Ve Aziz Sevgili;
Şimdi bunca yaşanmışlıktan sonra geriye bana kalan, her yıl aile ziyareti için gitmek zorunda olduğum Roma’daki Fontana di Trevi’ye mutlaka uğramak ve orada aymaz ve saf, yüzeysel ve budala, doymak bilmez ve hoyrat turist kalabalıklarının arasına karışarak kaybolup giden görkemli aşka; kaybolup giden hüzünlü hayata bir başına ağlamak…
Fakat bunu da özenerek yapmak gerekiyor. Çünkü o güzelim aşk mabedi bile artık alelâdelik çağının kurbanı olmak üzere. İnsanın, duyarlılıkları paspal, alelâde âşıkların, kendilerine göre en “yüce” (?!) duygularını karnavalesk bir ortamda en pervasızca ve en klişe formlarda sunmasına, dünyanın en güzel aşk mabedinde; Fontana di Trevi’de palyaçoluk yapmasına tanık olmak nasıl bir duygudur?!
Felaketin diğer adı bu olmalı!
O yüzden de ben gece yarısından sonrasını beklerim Fontana di Trevi’ye gitmek için… Ve yağmur yağmasını… Bazen yağmurlu bir geceyi bulabilmek uğruna on gün bile uzattığım olur Roma ziyaretimi. Ama sonunda ödül çok büyük olur. Sabaha doğru o küçük ve güzel meydancıkta hele bir de çisil çisil yağmur yağıyorsa, ağlamak ve ıslanmak dünyanın en güzel şeyidir. Yılda bir kez; her bahar bunu mutlaka yapar ve orada seni anarım aziz sevgili. Tek kişilik ayinimdir bu benim. Ayetlerini hiç kimsenin bilmediği kendi kişisel dinime dair olan bir ayin…
Ve orada yalnızca seni düşünür ve ağlarım aziz sevgili…
Bembeyaz yontuların ağızlarından aşk sözcükleri gibi şırıl şırıl dökülen sulara vuran gece ışıkları, anıtsal bir duvardan kaynak almış, adeta aşk tanrıçasının tüm çığlıklarını içeren bir çağlayanın sesi, estetik abidesi yontuların derin alegoriler içeren kompozisyonu, yağmurlu gökyüzüne yükselen ışık hüzmeleri, çeşmenin hemen önünde birikmiş mavi-beyaz coşkulu sular, o sulara dilek için atılmış nice nice düşleri arzulayan bozuk paralar ve başları sevgililerinin omuzlarına yaslanmış pirüpak genç âşıklar..
İşte orada; yaygın adıyla Aşk Çeşmesinde, artık ortalıktan çekilmiş turistler, hediyelik eşya satan yılışık esnaflar ve cazgır tur operatörlerinin yokluğunun yarattığı huzur ve sükûn ortamında, uhrevî atmosfere kapılarak ihtirama dururum ben. Kayıp aşkın hatırasına… Seni anar ve ağlarım. Sevişmelerimizi ve sözcüklerimizi… Alev alev alazlanmış tenlerimizi ve ikircikli tutkularımızı… Esrik yaşamlarımızdaki yön bulamayışlarımızı ve kaybolup giden ışıltılı gençlik yıllarımızı…
Sonra artık yaşlanmaya evrilen kösnü dolu bedenlerimizi anımsar ve sorarım kendime:
“Neydi senin hayatta aradığın Riminili küçük Rosetta?!”
Senin Roma’nın, Fellini’nin Roması ile aynı olmadığını fazlasıyla biliyorsun artık Riminili Küçük Rosetta. Sen görkem ve azamet başkentinin günahkâr güncesinden ironi, aykırılık ve kardinalleri randevu evlerine düşürecek düzeyde aleladelikler üreten bir retorik, putkıran bir sanatsal yorum ya da bir düşünsel avangart aramadığın gibi böyle şeyleri görmek bile istemiyorsun. Hatta bunları düşünmek bile mideni bulandırıyor. Bunların 20. Yüzyıl’da kaldığını; sanatın artık bu olmadığını düşünüyorsun. Çünkü senin yaşadığın kirli çağda estetiğin ve uygarlığın başkenti; tarihin düğümünün bağlandığı başkent, mimarinin zirvesi Roma bile zaten o tür demode sanat algısının betimlediği, hicvettiği ve sergilediği hoyrat insanların işgali altında. Her taraftan, her türden maksat için fışkırıp gelen çekirgevâri turist kafileleri, rant, kâr ve avanta ile yaşamaya alışmış yaşlı kent sakinleri ve her türden faydacılığı yaşam mottosu bellemiş kaşar bir toplum: Tüm bunların bileşkesi Roma İmparatorluğu’nu yıkan İlkçağ vandallarından da beter bir güç oluşturuyor ve hazindir ki bu güç onlardan da daha yüksek bir tahrip gücüne sahip.
Kente yarım saat mesafedeki Fiumicino Havaalanından trene binip adeta hüzünlü bir finali ima edercesine isimlendirilmiş “Roma-Termini” tren istasyonunda inerek dört tekerlekli Samsonite bavullarıyla kente doluşan bu istilacı çekirgeler ve onların kanını emerek yaşamayı alışkanlık haline getirmiş bu yeni nesil lümpen kentli türü nasıl enterne edilebilir acaba? Ya da ıslah diyelim daha insancıl olsun?!..
Bu turizm adı verilen sapkınlık, gezene de onu söğüşleyene de derin bir sefaleti yaşatmıyor mu aslında?! Ve bunu artık herkes farkında değil mi?!
Bu alelâdelikler felaketi nasıl durdurulabilir acaba?!
…?!
Bakınız insancıklar, burada uygarlığın kökeni yatıyor; işte Termini’den kaptırıp Santa Maria Maggiore katedralinden aşağı kendinizi koyuverdiğinizde Via Cavour üzerinden Colosseum’a ulaşmanız on, bilemediniz yirmi dakika… Hadi oradaki görkemli yapıları, tarihi klişeler üzerinden neşet eden yılışık sırıtmalarla ve palyaço şekline bürünmüş Romalı lejyoner kisvesi içindeki animatörlerle laubali şakalar yaparak geçtiniz. İki adım ötede Arco di Constantino, biraz geride Domus Aurea, sonra Santi Giovanni e Paolo ve S. Gregorio Magno ve o görkemli ve emsalsiz antik kalıntı Palatino ve Arco di Tito ve onu da geçince ulaşılan azametli ve ürpertici Piazza Venezia…
Piazza Venezia’nın tepesine satvetle kurulmuş Monumento a Vittorio, meydanı çevreleyen görkemli tarihi yapıtlar; Colonna Tralana, Mercati Traianel, Campidoglio, Arco di Giano ve S. Maria in Cosmedin… Bütün bu uygarlık kalıtlarını Roma dondurması yalayarak ve selfie çekerek yanı sıra da bolca pet şişe suyu tüketerek geçtiniz; peki nerede sizin duygularınız ya da insanı insan yapan derinlikleriniz?
Bu yapıların hangisi sizin şiiriniz?!
Viyana ve Belgrad’ın Tuna’sı, Prag’ın Vltava’sı, Berlin’in Spree’si, Londra’nın Thames’ı, Paris’in Seine’i yanında hakkı yenmiş ve kıyıya köşeye itilmiş o güzelim Tiber Nehrinin ki beni en çok etkileyen Roma unsurudur; birer inci gerdanlık gibi dizilmiş tarihi köprülerinin üzerinde ve çevresindeki yeşilliklerde yürümek ve manzaraya dalmak dünyanın en güzel, en gönençli, en ulvî duygusudur. En hoyrat insana bile şâirane duygular aşılayabilir, minik ve debili, kendi kanyonunu Roma kenti içine oymuş; yeşil, tutkulu ve albenili, tarihi köprülerle bezeli o güzelim Tiber Nehri.
İlhamın kaybolduğu, ruhların hoyratlaştığı, inceliklerin ticarete evrildiği bu çıldırmış çağda siz Tiber Nehri’nden bir tat alamıyorsanız neden Roma’dasınız ey dünyalı yurttaş?!
Roma’da neyin peşindesiniz?!
Ottaviano metrosuna binerek akın akın Vatikan’daki pazar ayinine giden dünyanın bin bir yerinden kopup gelmiş ve bir uhrevî söylem uğruna Roma’nın kaldırımlarını çiğneyen içi boş ruhlar. Bu ruhların özlem ve tutkularını günlük dört euro şehir vergisi ve bir buçuk euro tuvalet parası alarak ticarileştiren yerel devlet aklı. Spagetti’yi on eurodan satmak dışında bir gayesi olmayan bıçkın pizza restoranları ve her tarafı kaplamış Hintli işportacılar:
Siz ne ararsınız burada kadim Roma’da?!
Piazza Navano’yu çepeçevre kaplayan kafelere yayılmış, Campari ve beyaz şarap içerek sokak çalgıcılarına mel mel bakan varsıl Amerikalılar, oradan Palazzo Madama’ya ve ardı sıra Pantheon Meydanı’na geçerek sıra sıra dizilmiş pizzacılarda en ucuza tıkınmanın yolunu arayan gülümsemesiz ve hesapçı Kuzey Avrupalılar, Templo Adriano’yu bulur bulmaz selfie çubuklarına sarılan Japonlar, oradan Fontana di Trevi’ye geçip saatlerce resim çekip kotalarını tüketmek pahasına her kareyi sosyal medyada paylaşan sonradan görme Doğu Avrupalılar, İspanyol Merdivenleri’nde fabrikasyon anılar üreten sonu gelmez Çinliler ve her yerde alışveriş tutkusuna yenik düşen pejmurde Ortadoğulular…
Siz Roma’da ne arıyorsunuz?!
…?
Benim ne aradığımı soracak olursanız eğer; kırık kalbimin parçalarını diyebilirim kısaca…
Ya da; Romalılar’ın “Tanrıya İsyan” bölümünde Aziz Paulus’un verdiği hükmün gerçekten de doğru olup olmadığını arıyor, araştırıyor olabilirim…
Ne demişti Aziz Paulus Romalılara:
“İşte böylece Tanrı onları utanç verici tutkulara teslim etti. Kadınları bile doğal ilişki yerine doğal olmayanı yeğlediler. (Yeni Ahit – Romalılar 1-2) (27)
…
Dürüstçe yokladığımda kendimi, lezbiyen geçmişimden dolayı utanç içinde olduğumu hissetmiyorum. İnsanın kendi bedenini dilediği şekilde kullanmaya hakkı olduğunu düşünüyorum ve ben de dilediğim gibi yaşadım. Beni daha çok bizar eden; Yeni Ahit retoriğinde kalakalmış utanç verici tutkular filan değil. Sadece ve sadece kendi kendimi yanlış anlamış olmaktan dolayı koca bir hayatı gerçekte arzu ettiğim tatminlerin ve erkeğin uzağında geçirmiş olmam.
Ve şimdi geri dönmenin olanaksız olması…
Benim Tanrı’ya ya da yaşama bir isyanım olacaksa eğer; İlkçağ Romalılarınkiyle türdeş olmasında sakınca yok. Daha vahim olan kişinin kendi duygularını tartarken yanılsama yaşaması…
Bunun bedelini sen bilebilir misin Aziz Paulus?!
Bunun bedelinin sen bilebilir misin Aziz sevgili?!..
HİKMET TEMEL AKARSU
Roma-İstanbul, Mayıs-Haziran 2018