Sahibini taşıyan şeyler arasında ilk sırayı silah alır; ama bu, yine de silahın taşıyıcısı olduğu şeyin üstünde durmasını engellemez. Daha açık bir deyişle silah taşınmaz, taşır; ancak podyuma mahkûm olmadan. Bu nedenle silahlı bir kişinin ilgi odağına talip olması her şeye rağmen silah sayesinde gerçekleşir hep.
Torino’daki zirve dolayısıyla görevlendirilmiş binlerce polis ve anti terör uzmanlarından birinin fotoğrafı. Daha ilk bakışta korku saçıyor. Apaçık: Emniyette olduğumuz duygusu, kabına sığmayan tehditkâr önlemle yeni bir endişe kaynağı nerdeyse!Nitekim biraz dikkatli bakınca hemen fark ediyoruz: İşaret parmağı tetiğin üzerinde olan özel tim görevlisi her an silahını kullanmaya hazır! Öte yandan şu gerçeği de herkes biliyor: Tüfek, avcıdan dağdaki eşkıyaya kadar her kimin elinde olursa olsun, açıkça görünürlüğünü sürekli teyakkuz halinde olma mecburiyetiyle aklar; ve bu yönüyle tüfek, tabanca ile karşılaştırdığımız zaman, öldürülmeye karşı alınmış savunma aracı olmanın ayrıcalığına sahiptir daima.
Yine de kendi türünün klasik örneklerinden biri olan bu fotoğrafı benzerlerinden ayıran önemli bir fark var: Silahıyla bütünleşen söz konusu keskin nişancı, her an gerçekleşmesi mümkün bir suikastın gerilimiyle yüklü. Çelik yelekten dürbünlü mitralyöze kadar çağdaş teknolojinin tüm olanakları ile donatılmış bu güvenlik görevlisi, kendinden başka bir şey artık; yakın çevresini tararken canlı bırakmayan bir ölüm makinesi, kusursuz bir kıyım aygıtı; zirveye katılanların güvencesi böyle sağlanıyor çünkü.
Öte yandan, görev başındaki bu gencin fotoğrafı her ne kadar haber amaçlı olsa da bununla yetinmeyip, izleyiciden daha fazla ilgi bekliyor sanki; en azından Reuters tarafından seçilmiş olması nedensiz değil. Aslında her fotoğraf, hem suretine talip olunan şey, hem de bunun kaydına vasıta olan aracın imkânlarıyla hesaplaşma bağlamında, ilk izlenimle sınırlı değerlendirmeden çok daha fazla ilgiye layıktır.
Buna göre önce şu sorudan başlayalım: Silahıyla işbaşında olan bir görevlinin fotoğrafı ne ölçüde poz kapsamına girer? Gerçekte kılık kıyafetten duruşa kadar belli kuraları şart koşan nöbet tutmanın, son tahlilde uzlaşılmış bir rol olduğunu anımsadığımız zaman, bu örnekte ayrıca poza gerek kalmadığını görüyoruz.
Çevresini dikkatle gözleyen bu gencin üstlendiği role ilişkin en önemli ipucu bakış hattında karşımıza çıkıyor. Belli ki, bu fotoğraf ister teleobjektifle, ister yakından çekilmiş olsun, çevresinde kuş uçurtmamaya kararlı bir delikanlının kaydı son tahlilde. Gerçi yüzünün sınırlı bir bölümüyle elleri dışında hiçbir şey göremiyoruz; ama bu kadarı bile antik oyunlara yaraşır bir kahramanla karşı karşıya olduğumuz konusunda hiçbir kuşkuya yer bırakmıyor. Usta bir heykeltıraşın elinden çıktığı izlenimi veren iri eller, uzun ve biçimli parmakların katkısıyla dökme bronzdan farksız.
Fotoğrafın hemen sağında, tesadüfen ve son anda fark ettiğimiz diğer görevli ise, bitişik nizamda düzenlenmiş keskin nişancılar arasından,kameranın hangi nedenle bu gence yöneldiği sorusunu kendiliğinden yanıtlıyor. Omuz hizalarını karşılaştırınca, foto muhabirinin bu genci tercih sebebini anlamakta zorlanmıyoruz: İtalyan genç, sadece güçlü elleri değil, irikıyım yapısıyla da zirvenin güvenlik sembolü aynı zamanda.
Gerçekte her şeyin apaçık olduğu bir fotoğraf bu, ama bakmaya devam edince hep aynı duyguya kapılıyoruz nedense. Buna göre, makineli tüfekle uyum içinde olmaya çalışan askeri üniforma bile, olası bir suikasta karşı caydırıcı olmanın peşinde ölçüyü kaçırıp, teknolojiye yamanmış gibidir. Böyle birinin üzerindeki her düğmeli cep ise, olsa olsa nice ağır deneyimden sonra oraya tutturulmuş bir “vahşet kutusu”dur artık. Bu durumda, korunması gereken kişi ya da kişilerin önemi, sonunda tek taraflı bir güç gösterisine çevirmiştir emniyet çemberini. Daha doğrusu, olası bir suikastın önlenmesine yönelik tedbirler paketi, nihayet tek taraflı bir “harp oyunu”na bırakmıştır yerini.
Elbette bir ya da birkaç kişiyle gerçekleşecek suikasta karşı yüzlerce polisle görev almak, Harp Akademileri’nde düzenlenen oyundan farklı, asimetrik bir savaş provasıdır. Bu bağlamda özel tim aracılığıyla alınan önlemler, saldırının nerede ve kiminle gerçekleşeceği belli olmadığı için, karşı tarafı muhayyel bir orduya çevirerek planlanır; görünmeyen düşman her yerdedir çünkü.
Yine bu fotoğrafta, dolaylı yoldan olmakla birlikte, savaş yanılsamasına zemin hazırlayan nedenlerden biri de figür ile dipyüzey arasındaki ilişkide karşımıza çıkıyor. Nitekim, daha ilk bakışta fark edildiği üzere, arka plandaki kubbeli yapı ve çevresinde yer alan diğer şeyler, üç boyutlu delikanlının aksine, tamamen yüzeye bağımlı; daha doğrusu, bu bölümde söz konusu olan temsil iradesi, satıhla iç içe. Öyle ki güvenlik görevlisi, durduğu yerde harita niyetine önceden hazırlanmış bir plan dahilinde bulunuyor nerdeyse!
Fotoğrafta kayda değer her “karar ânı” bir dizi rastlantının buluşmasıyla hayata geçer. Martin Warnke ise,Politik Manzara adlı kitabında çizimin savaşla ilgili önlemler arasındaki yerini vurguladıktan sonra Torino’daki fotoğrafa ilişkin önemli bir ipucu verir bize: “Savaşın gerçekleşeceği yer, stratejik nedenle, tıpkı bir satranç tahtası gibi tasarlanır.(…) Burada perspektif önemini yitirmiş olup, daha ziyade uzaklık, yapı ve diğer özellikler dikkate alınmıştır. Buna göre yüzeyin ağırlıklı olduğu yansıtma, perspektife dayalı derinlik yanılsamasından daha değerlidir.” Warnke, 1726 yılında yapılmış bir çizimle, bu düşüncesini ayrıca örneklemeyi de unutmaz; askerî okuldaki bir sınıfta, harita önüne sıralanmış subaylar birbiriyle tartışmaktadır burada.
Ne var ki, “karar ânı”ndaki ânın her vakit zamanla ilgili olduğunu düşünmek bizi yanıltır. Kimi defa, aynen bu örnekte olduğu gibi, zamandan bağımsız şekilde fotoğrafçıyı bekleyen örnekler de sıra dışı olmaya adaydır. Nitekim, ister nöbet tutan er, ister korkuluk olsun, uygun ânın yakalanması halinde bunlar birbiriyle yarış halindedir hep. Bu durumda Torino’daki özel görevlinin fotoğrafında, ne cam ve çelikten oluşan kubbeli yapının dipyüzeyle örtüşmesi, ne de ölümcül silahı özellikle vurgulayacak şekilde poz vermenin doğru zamanı seçmeyle bir ilgisi vardır; çünkü bu ve benzeri örneklerde, “kara ânı” kendiliğinden zamana yayılıp, duyarlı levhada öylece kayda alınacağı zamanı beklemektedir zaten.
Bütün bunlar, güvenlik amacıyla alınan abartılmış önlemlerin, giderek savaş çığırtkanlığına dönüştüğünü gösterir bize; ve bu durumda, özel timde güvenlik amacıyla görevlendirilmiş birinin fotoğrafı, pekala yüzyıllar öncesibir askeri okuldaki savaş hazırlığına ilişkin tartışmayla aynı paydayı bölüşebilir; üstelik o savaşta kullanılması düşünülen silahlar eşliğinde. Aslında bu fotoğrafta yaşadığımız ikilemin nedeni belli: Güvenlik görevlisi silahının gölgesiyle aydınlanıyor! Oysa hiç ihtiyacı yok buna; o kurulu düzenin damgasını taşıyan cafcaflı üniformasını bir üzerinden atacak olsa, savaş karşıtı pankartı herkesten önce onun taşıyacağı kesin.
Aynı dönemde Filipinler’de çekilmiş bir savaş fotoğrafı ise daha ilk bakışta ateş çemberinin içine alıyor izleyiciyi. Öyle ki, elinde silahı, savaşın şehvetiyle zafer çığlığı atan askerin objektife yakalandığı an, nice ressam ya da sahne yönetmenine örnek teşkil edecek denli etkileyici. O halde önce şu gerçeğin altını çizelim: Ünlü fotoğraf ajanslarının arşivinde biriken bu ve benzeri kareler, görselliğe bulaşmak zorundaki tüm sanatçılar için, tıpkı sözlükteki kelimeler gibi, yeri geldiğinde kullanılmayı bekleyen hazır yapıtaşlarıdır esasen.
İsabetli “karar ânı” bir araya gelen mutlu rastlantıların ötesinde, biraz da talihin cilvesidir gerçekte. Dolayısıyla, itiraf etmekte zorlansa bile, bir fotoğrafçı ne denli usta olursa olsun, bu gerçeği deklanşöre bastıktan sonra görür ancak. Öte yandan, resimle karşılaştırdığımız zaman, fotoğrafı farklı kılan en önemli etken,mekanik kayda bağlı oluş sürecindeki rizikodur; ve tam da bu nedenle, fotoğraf çekmek daima risk almaktır; çünkü yaygın kanaatin aksine, suretiyle arası açık kalmayı öngören bir beklenti söz konusudur burada; en azından fotoğraf yoluyla kaydedilen her görüntünün nihaî amacı, ister istemez kement atmak zorunda kaldığı benzerliğin ötesine geçmektir.
Daha ilk bakışta görmek zorunda kaldığımız bir fotoğraf bu. Ne var ki, biraz ilerleyince bunun birden çok sebebi olduğu hemen ortaya çıkıyor. Önce zeminin kaçış çizgilerinden başlayalım: Bu çizgilerdeki belirgin kısaltım, tıpkı bir hortum gibi, gördüğünün içine çekiyor izleyiciyi. Dolayısıyla bu vurgulu kısaltımın varlığı, aynı zamanda hızın da varlığını tetikliyor; ve yine bu nedenle, izleyicinin ölüm kalım savaşındaki zamanla yarışın hızına kendini kaptırması işten bile değil.
Burada kaos, savaşın yol açtığı bir karmaşadan çok, dış dünyadaki karşılığını anlamakta zorlandığımız bir sahnelemeyi çağrıştırıyor; tam da “karar ânı”yla kastedilen vurucu mizansen. Bu bağlamda, ilkin arka planda zafer çığlığı atan askerin çoğu heykeltıraş yahut koreografa model olabilecek duruşu takılıyor gözümüze. Diğertaraftan, sağ alt köşede sırtından gördüğümüz miğferli asker ile geride zafer sarhoşu olan diğer savaşçının örtüşen bakış hatları, sadece düşmanın nerde bulunduğunu göstermekle kalmayıp, bir kez daha olayın geçtiği yere dahil ediyor izleyiciyi.
Doludizgin devam etmekte olan bir süreçten anlık kesit, aynen bu örnekte olduğu gibi, kimi defa mekanik yoldan kaydında bile, gerçeğe müdahale edildiği izlenimi uyandırabilir. Buna göre bu karede düşmanın nerede olduğunu tahmin edebiliyoruz, ama bulunduğumuz yerin neresi olduğunu yanıtlamak çok güç; çünkü bu iki savaşçının bulunduğu yerde neyi gördüğümüzü adlandırmak nerdeyse imkânsız. Ancak gizliden gizliye seyrinden keyif aldığımız bu ve benzeri savaş sahneleri, nicedir evcilleştirilmiş olup, artık rahatsız etmez izleyiciyi. Ne var ki, içeriği şekil aracılığıyla sorgulamaya yabancı sanat eserinin yarı yolda kalmaya mahkûm olduğunu anımsadığımız zaman bunu doğal karşılamak gerekir.
Bu durumda savaşı kazananların coşkusu bize de bulaşabilir; ama bilinç niteliğinin öngördüğü mesafeyi koruma koşuluyla elbette. Wei Liaozi’nin yüzlerce yıl önce dile getirdiği gerçek hâlâ önümüzü aydınlatıyor: “Silahlar uğursuz aletlerdir.(…) Savaşçı yöneticiler üzerlerinde gök, altlarında toprak, karşılarında düşman gerilerinde yöneticileri olmayan ölüm memurlarıdır.” Apaçık: Liaozi, bir taşla iki kuş vuruyor böylelikle; ilki, savaşı yönettiğini zannedenlerin de yönetildiği, diğeri ise düşmanın zorla üretilmiş olması – günümüzde kimsenin yabancı olmadığı bir gerçek.
Nihayetinde, ister Torino’daki özel tim görevlisi ister Filipinler’de Ebu Sayyaf gerillalarının yenilgiye uğradığı sahne olsun, deklanşöre doğru zaman ve yerde basarak kalıcı “karar ânı”nı yakalayabilen tüm foto muhabirleri, şiirden romana, filmden tiyatroya kadar görselliğin ağırlıklı olduğu bütün sanat dallarında tahayyül gücümüzün ufkunu durmadan genişletirler. Daha da önemlisi: Sadece sanat eserleri değil, çevremizde ilgi odağına görsel duyarlığın girdiği ne varsa, istisnasız hemen hepsi gözümüzün vefakâr can yeleğidir.
MEHMET ERGÜVEN
[PATHOS No.11’den alınmıştır.]