Jack Kerouac Yollarda Neyi Aradı?
Taner Ay
Melvin W. Askew, Quests, Cars and Kerouac isimli makalesinde (1962), Yolda’nın (1957) Sal Paradise’ı (Jack Kerouac) ve Dean Moriarty’si (Neal Cassady) için şöyle yazmıştı: “Onlar herhangi bir nedenle yollardaydılar ve Doğu’dan başlayıp en Batı’ya doğru gittiler.”
Jack Kerouac kendi nedenini 1950’de şu şekilde îzah etmiştir: “Aşksız kaldığım için yolculuk yapıyorum gerçekten. Bu şekilde ölerek gideceğim başka bir hayata.”
Jack Kerouac, Yolda’da, Neal Cassady’nin nedenini, ayyaş babasını araması olarak yazar. Neal Cassady ona, ihtiyar ayyaşın Denver’ın dışında bir yerlerde olduğunu ve mutlaka onu bulmaları gerektiğini söylemiştir.
“Arkamızda veya önümüzde bir yerlerde, bu koca karanlığın içinde, bir çalılığın altında babası yatıyordu, sızmış, çenesinde salyalar, pantolonunda bir ıslaklık, kulaklarında kir, burnunda kabuk bağlamış bir yara ve belki de saçlarının arasında kan, mehtapta.”
Doğu’dan Batı’ya ve Batı’dan Doğu’ya hep yollarda olmalarına karşın, Neal Cassady’nin ayyaş babasına rastlamazlar.
İhtiyar ayyaş aslında hep Denver’daydı. Bir yere gitmemişti. Yaşama gözlerini de 14 Haziran 1963 günü Denver’da yumacaktır. Jack Kerouac, ancak yıllar sonra, Neal Cassady’nin kendisine yalan söylediğini, onun “aynadaki sureti” olan babasını, çenesindeki salyalarla, pantolonundaki sidikle, kulaklarındaki kirle ve burnundaki kabuk bağlamış yarayla görmekten korktuğu için Denver’dan kaçtığını anlayacaktır. Ama “babasını araması” veya “babasından kaçması”, Neal Cassady’nin yollarda olmasının nedenleri değildi; bunlar yola çıkmasının bahaneleriydi. Gerçek nedeni farklıydı. Neal, arabaları sevdiği ve sürüşten “erotik bir haz” aldığı için yollardaydı. Bununla birlikte, arabaları asla bir mülk olarak görmüyordu. Onları çalıyor, kullanıyor ve bırakıyordu. Otomobil hırsızlığına 1940 yılında, 14 yaşındayken başlamıştı. İlk çaldığı otomobilin 1938 model “deneysel” bir Oldsmobile olduğunu anımsıyor. Jack Kerouac’a gönderdiği 3 Haziran 1949 günlü mektubunda, 1941’de otomobil hırsızlığına Bill Smith isminde bir arkadaşıyla devam ettiğini, ama kaldırdıkları otomobillerden 1938 model Buick olanı bir savcının otomobili çıkınca, Springs Bölge Hapisanesi’ne gönderildiklerini yazmıştır. 1947 yılına kadar yaklaşık beş yüz otomobili, ya bir tur atıp sahibi gelmeden yerine bırakmak ya da o gün gezmek maksadıyla çaldığı kendi beyanıdır.
Jack’in ve Neal’ın nedenleri farklı olsa bile, yolda olmaları, tarihsel göçmen ruhunu farklı bir zamanda sürdürmeleri demekti.
Gemilerle kıtaya gelip, vaktiyle atlarıyla veya yük ve menzil arabalarıyla (“covered wagon” ve “stagecoach”) Batı’ya yol alan “Amerikalı”, sanayileşmeyle birlikte, motorlu araçlara bağımlı bir yaşam tarzını benimsemiştir. Sanayileşme, göçmenin yük arabasından kamyonları, menzil arabasındansa otobüsleri ve otomobilleri yaratmıştı. John Ford’un Cehennem Dönüşü (1939) filmi, bir menzil arabasıyla yolculuğun “romantik bir macera” olarak algılanmasına neden olmuştur. Oysa, menzil arabalarıyla yolculuk hiç de “romantik bir macera” değildi. William C. Davis’in The Illustrated Directory of the Old West (2002) isimli eserinin ellinci ve elli birinci sayfalarında belirtildiği gibi, 1756 yılında, menzil arabalarıyla, New York’tan Philadelphia’ya tam üç günde gidilebiliyordu. Bugün bir tren ile bu yol en fazla yüz on dakika sürmektedir. Menzil arabalarının, 1910’lu yılların sonunda bile, Batı’daki bazı yerlerde, otobüsün değil ama otomobilin yerine kullanıldığı bilinmektedir.
John Ford’un Cehennem Dönüşü filmi menzil arabasıyla yolculuğun nasıl “romantik bir macera” olarak algılanmasına neden olmuşsa, Frank Capra’nın Bir Gecede Oldu (1934) filmi de otobüsle yolculuğun “romantik bir macera” olarak algılanmasına neden olmuştur. Jack Kerouac’ın Bakersfield’dan Los Angeles’a giderken otobüste Beatrice “Bea” Franco ile tanışması, Bir Gecede Oldu filminde Peter Warne (Clark Gable) ve Ellie Andrews’un (Claudette Colbert) bir 1932 GM “Yellow Coach” Z-CN-670 model “Greyhound” ile yolculuklarına fazlasıyla benzer. Ne var ki bakımsız otobüsleriyle, kaba sürücüleriyle, trafik kazalarıyla ve pis terminalleriyle, otobüsle yolculuğun aslında hiçbir romantizmi bulunmuyordu. Otobüs yolculuğundaki romantizm sadece bir algı operasyonuydu. Otobüs yolculuğunun hakikatı, sembolik olarak, John Schlesinger’ın Geceyarısı Kovboyu (1969) filminde Joe Buck (John Voight) ve Ratso Rizzo’nun (Dustin Hoffman) bir 1966 GM PD 4107 model “Greyhound” ile yolculuklarında anlatılacaktır.
Amerikan Kültürü’nde otobüsle yolculuğun operasyonel anlamı ve hakikati açısından Bir Gecede Oldu ve Geceyarısı Kovboyu filmlerindeki ters güzergâhların sembolik önemleri bulunduğu kanısındayım. Bir Gecede Oldu filminde Peter Warne ve Ellie Andrews’un yolculukları Miami’den New York’adır. Geceyarısı Kovboyu filmindeyse, Joe Buck ve Ratso Rizzo’nun yolculukları New York’tan Miami’yedir. Bu ters güzergâhlar, Bir Gecede Oldu’da otobüsle yolculuğun operasyonel anlamını simgelerken, Geceyarısı Kovboyu’nda da otobüsle yolculuğun hakikatini simgelemektedir.
Yolda için sadece 1947–1951 arasını esas aldığımızda bile, motorlu araçlara bağımlı yaşam tarzına ilişkin rakamların çok çarpıcı oldukları görülecektir.
Yıllık ücret ortalamasının 3.500 dolar olduğu 1947’de yeni otomobillerin satış fiyatlarının ortalaması 1.500 dolardı. Yıllık ücret ortalamasının 3.600 dolar olduğu 1948’de yeni otomobillerin satış fiyatlarının ortalaması 1.550 dolardı. Yıllık ücret ortalamasının yine 3.600 dolar olduğu 1949’da yeni otomobillerin satış fiyatlarının ortalaması 1.650 dolardı. Yıllık ücret ortalamasının 3.800 dolar olduğu 1950’de yeni otomobillerin satış fiyatlarının ortalaması 1.750 dolardı. Yıllık ücret ortalamasının 4.200 dolar olduğu 1951’de yeni otomobillerin satış fiyatlarının ortalaması 1.800 dolardı.
1947’de 30.849.353 otomobil, 187.457 otobüs ve 6.804.688 kamyon olmak üzere toplam 37.841.498 motorlu araç trafikteydi. 1948’de 33.355.250 otomobil, 196.726 otobüs ve 7.533.555 kamyon olmak üzere toplam 41.085.531 motorlu araç trafikteydi. 1949’da 36.457.943 otomobil, 208.929 otobüs ve 8.023.424 kamyon olmak üzere toplam 44.690.296 motorlu araç trafikteydi. 1950’de 40.339.077 otomobil, 223.662 otobüs ve 8.598.952 kamyon olmak üzere toplam 49.161.691 motorlu araç trafikteydi. 1951’de 42.688.309 otomobil, 230.461 otobüs ve 8.993.985 kamyon olmak üzere toplam 51.912.755 motorlu araç trafikteydi.
Benzinin litresi, 1947’de 0.19 dolar, 1948’de 0.22 dolar, 1949’da 0.23 dolar, 1950’de 0.22 dolar ve 1951’de 0.23 dolardı.
1947–1951 arasında motorlu araçlara bağımlı yaşam tarzının bedeli de çok ağır ödenmiştir. 1947’de 31.193, 1948’de 30.775, 1949’da 30.246, 1950’de 33.186 ve 1951’deyse 35.309 kişi trafik kazalarında yaşamlarını yitirmiştir.
Bir “yol romanı” yazmasına karşın, Jack Kerouac’ın motorlu araçlara bağımlı bir yaşam tarzı hiç olmamıştır. İyi bir sürücü değildi, “direksiyon korkusu” vardı. Arabaların markalarından ve modellerinden anlamıyordu. Kamyonlar onun için 1941 Peterbilt 260 DD, 1941 White WA 26, 1945 Kenworth 523 veya 1947 Mac Diamond T 404 HHS değil, yalnızca birer kamyondular. Otobüsler eğer üzerinde bir “Greyhound” yoksa, Yellow Coach TD 4502 veya GM TDH 3610 değil, yalnızca birer otobüstüler. Otomobiller de öyle. Yolda’da birkaç marka ve modelin dışında hepsi ‘otomobil’dir. Politik cehaleti nedeniyle arabaların markalarının ve modellerinin anlamlarını okuyamamıştır. Oysa araba, modern toplumdaki günlük yaşamı kuran ve sınıflandıran en önemli meta simgesiydi. Arabaların marka ve modellerine modern bireyin özellikleri yüklenmişti. Jack Kerouac’ın yolculuklarından bu yana araba kültürü önemli değişimlere uğramış olsa bile, mecazi anlamları fazla değişmedi. Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde arabaları, “Cumhuriyetçi Arabalar” ve “Demokrat Arabalar” diye ikiye ayıran araştırmalara rastlayabilirsiniz. 2012 yılındaki bir araştırmada, Cumhuriyetçiler’e oy verenlerin Ford Mustang, Audi A8 ve Mercedes GL-Class, Demokratlar’a oy verenlerinse Honda Civic Hybrid, Volvo C30 ve Nissan Leaf tercih ettiklerinin belirtildiğini anımsıyorum.
Yolda, 20’nci yüzyılın Huckleberry Finn’in Maceraları’dır (1884). Mark Twain’in kahramanı Huck Finn gibi, Sal Paradise kimliğindeki Jack Kerouac da pastoral cenneti aramak için yola çıkmıştır. Ancak, Robert Beverly, Jr’un History and Present State of Virginia’sındaki (1705), Philip Morin Freneau’nun On the Rising Glory of America’sındaki (1772) veya J. Hector St. John de Crèvecœur’un Letters from an American Farmer’ındaki (1782) o uçsuz bucaksız pastoral cennet, Huckleberry Finn’in Maceraları’nda ve Yolda’da, uygarlığın istilasıyla birlikte hayli küçülmüştür. Artık Amerika, gelmiş ve gelecek bütün göçmen kitleler için değil, sadece çok az sayıdaki marjinalleşmiş kişiler için bir pastoral cenneti vaat etmektedir.
Yol ve yolculuk, Amerikan Edebiyatı’nın kurucu unsurlarıdırlar. Yolculuğun, insanoğlunu kovulduğu cennete geri götüreceğine inanıldığı için, bunlara dinsel içerikler kazandırılmıştır. Edward Johnson, 1654’de, cemââtine hitâben şöyle konuşmuştu:
“İsa’nın tahakküm altında yaşayan, hapsedilen ve acımasızca aşağılanan bütün kardeşleri, biraraya geliniz. Tanrı’nın hizmetinde olan sizler, eşleriniz ve çocuklarınızla birlikte gemilere bineceksiniz ve Yeni Dünya’ya doğru yol alacaksınız. Orası, Tanrı’nın yeni cennetidir. İnşâ edeceğimiz kiliselerle Tanrı’nın Krallığı’nı orada bulacağız.”
18’inci ve 19’uncu yüzyıllara ait bazı metinlerde, bu öncülerin “ilk insan” Âdem ile özdeşleştirildikleri görülür. J. Hector St. John de Crèvecœur’un Letters from an American Farmer’ı, Thomas Jefferson’ın Notes on Virginia’sı (1785), Walt Whitman’ın Çimen Yaprakları (1855) ve Children of Adam’ı (1860) bunların en bilinenleridirler. Amerikan Edebiyatı’ndaki Âdem imgesinin daha ayrıntılı bir listesini çıkartmak için R. W. B. Lewis’in The American Adam’ına (1955) müracaat edilebilir. Ama, aynı dönemde, öncülerin kıtaya getirdikleri uygarlığın yıkıcı etkilerine dair kaygıları anlatan eserlerin sayıları da hayli fazladır. Bu kategorideki metinler içinde bulunan James Fenimore Cooper’ın Pioneers’ı (1823) çok değerlidir. Romanın konusu, Otsego Gölü’nün kıyısındaki Templeton kasabasında geçer. Natty Bumppo müthiş bir Âdem imgesidir. Mülksüz olduğu için özgürdür. Ne var ki Natty Bumppo’nun yaşam tarzı, bölgedeki toprakların sahibi Yargıç Temple’ın kurmaya çalıştığı düzeni tehdit etmektedir. Templeton kasabasının mülkiyetçi ve sömürgeci sakinleri de bu Âdem imgesini bir düzen bozucu olarak görmektedirler. Âdem, büyük toprak sahiplerinin ve toplumsal hiyerarşinin oluşturduğu uygarlığa yenik düşer. James Fenimore Cooper, Pioneers’ın sonunda, Natty Bumppo’yu yabanıl doğaya göndererek, onu toplumsallıktan tamamen kopartır. Makinelerin pastoral cennete girişiyse, Yeni Dünya’ya ait fantezileri büsbütün Âdem imgesi aleyhine değiştirecektir. Özellikle lokomotiflere sembolik anlamlar verilerek, onların kuruluş efsaneleri arasına dahil edilmeleri sağlanır. Ralph Waldo Emerson’un Nature’da (1836), makineleşmeyi insanın yüceliğinin bir kanıtı olarak görmesine karşın, öğrencisi Henry David Thoreau, Walden’da (1854), demiryollarının pastoral ideali bitirdiğini ima eder. Haklıdır. Demiryolları o uçsuz bucaksız pastoral cenneti ancak kişilere yetecek kadar küçültmüştür. Huckleberry Finn’in Maceraları bu açıdan çok önemlidir. Pastoral cenneti arayan Huck Finn, arkadaşı Jim ile birlikte Jackson Adası’na sığınır. Doğanın güzelliği, sessizliği ve yabanıllığı onu büyüler, orada kendisini bir Âdem olarak bulur. Jackson Adası, 9.834.000 kilometre karelik pastoral cennetin, 1884’de, artık bir nehrin orta yerinden yükselen adaya kadar küçüldüğünü sembolize eder. Ne var ki Jack Kerouac, Huck Finn kadar bile şanslı değildir. Demiryolları Huck Finn’e Jackson Adası büyüklüğünde bir cennet bırakmıştı ama, Jack Kerouac’ın çağındaki otoyolları her şeyi bir kara delik gibi yutmuştur. Toronto Üniversitesi’nden Gilles Duranton’un, Peter M. Morrow’un ve Matthew A. Turner’ın birlikte kaleme aldıkları kırk sayfalık Roads and Trade: Evidence from the U.S. (2011) isimli makale, Jack Kerouac’ın hep yollara çıkmasına karşın, güzergâhlarında neden bir “Jackson Adası” göremediğinin matematiksel hakikatını ortaya koyar. Kerouac, yolculukları boyunca yalnızca bir defa “Tanrı’yla dolu bir mekân” bulduğunu sanmıştır ama çok kısa sürede bunun bir yanılsama olduğunu anlayıp, Denver’dan San Francisco’ya kaçmıştı.
Pastoral cenneti bulamayan Jack Kerouac, Yolda’nın okurlarına, güzergâhlarından bir Pastoral Amerika yaratır. Ama kırsal dünyanın kültürel olarak kentlere nüfuz etmesi sonucunda, pastoral sözcüğünün anlamı artık bütünüyle değişmiştir. Çağdaş Pastoral Amerika için, Yolda’kine benzer bir etkiyi yalnızca Edward Hopper’ın tablolarında hissederiz. Jack Kerouac’daki ve Edward Hopper’daki Pastoral Amerika, yalnızlıktır. Zehirli sessizliklerdir. Yetersiz yakınlıkların erotizmidir. Hapsolmuşluğun, ürkekliğin ve huzursuzluğun coğrafyasıdır.
Jack Kerouac’ın bir eğretileme olarak kullandığı yol, aslında John Steinbeck’in Gazap Üzümleri’nin (1939) veya Woody Guthrie’nin Bound for Glory’sinin (1943) politikleşmiş mekânıydı. Gazap Üzümleri’ndeki Jim Casy, Yolda’nın Sal Paradise’ına 18 yıl önceden seslenerek, yollarda hiçbir şey bulamayacağını şöyle dile getirmişti:
“… Neler oluyor bize? Hep yollardayız. Git babam git. Ama, hiçbir şey bulduğumuz yok bana kalırsa.”