Mustafa Kemal, Devrim ve Eğitim
Eğitim, “Ülke çocuklarının birlikte ve eşit olarak almak zorunda oldukları bilim ve kültürdür.” Mustafa Kemal, 1 Mart 1923[1] gibi çok erken bir tarihte, “eğitimden beklentilerini” işte böyle tarif etmektedir. Ve yine 25 Ağustos 1924’te idealindeki eğitimin çerçevesini çizmiştir: “Korkuya dayalı ahlak, bir erdem olmadıktan başka güvenilir de değildir.”[2]
Mustafa Kemal, Cumhuriyet bireyinin “korkuya dayalı ahlak eğitimiyle yani aslında dini bir eğitimle” yetişemeyeceğini belirtmekte ama “ülkenin tüm çocuklarının etnik ve inanç ayrımı gözetmeden, zengin-fakir ayırmadan, erkek ve kız çocuklarının karma ve zorunlu olarak bilimsel içerikle” eğitim göreceğini ifade etmektedir. Çünkü bu bir “kültür” mücadelesidir.
Devrimler, kendilerinden önceki eşitsizlikleri giderdikleri, toplumsal yapının gerici unsurlarını tasfiye ettikleri ve üretim ilişkilerini bir üst aşamaya taşıdıkları müddetçe anlamlıdır. Cumhuriyet Devrimi, sınıfsal karakter taşıyan bir nitelik barındırır. Eğitim hizmeti “yeni devletin” herkesin eşitçe yararlanabileceği bir hizmet olarak yaygınlaştırılacaktır. Yasalar önündeki eşitlik, eğitimde fırsat eşitliğiyle desteklenecektir. Gerçek eşitliğin alt yapısı bu biçimiyle örülecektir. Tüm Cumhuriyet dönemi eğitim tarihinde en gerçek olan şey, eğitimin, olabildiğince alt katmanlara yaygınlaştırılması ve eğitim sisteminin toplumsal eşitlik konusunda “anahtar” konumuna getirilmesidir.
Devrimci Eğitim
Devrimci bir eğitim, her şeyden önce eğitimdeki eşitsizlikler üzerine köklü çözümler üreten bir eğitimdir. Varlıklı ailelerin çocuklarıyla yoksul ailelerin çocukları arasındaki fırsat farkı, bir devlet politikasına dönüştürülebilirse ortadan kaldırılabilir bir farktır.
Cumhuriyetin bileği bükülmez devrimcisi Mustafa Necati, Köycülük akımının önderlerinden Reşit Galip, Saffet Arıkan ve Hasan Ali Yücel gibi Milli Eğitim Bakanları ve Ethem Nejat, Sadrettin Celal Antel ve İsmail Hakkı Tonguç gibi eğitimciler sayesinde Türkiye’nin bir “devrimci eğitim” mirası oluşmuş ve bu sayede özel, biricik ve eşsiz bir eser ortaya çıkmıştır: Köy Enstitüleri!
Cumhuriyet devrimine anlam katan, bu devrimi Osmanlı mirasından yalıtan ve toplumun temel taşı köylüyü aydınlatan devasa bir girişimdir Köy Enstitüleri. Onlar Cumhuriyetin Eğitim Devriminin sıradan bir parçası değil, Devrimin temel taşıdır. Köy Enstitülerinin tek önemi, eğitim sisteminde devrim yaratan özgün bir organizasyon olması değildir: Feodalitenin kurşun işlemez sanılan zırhını deldiği, zırh üzerinde gedikler açtığı tartışılmaz bir gerçektir.
Köy enstitülerinin kaderi ile “proletarya devriminin” kaderi arasında bir benzerlik ilişkisi kurmak hiç de zor değildir: Burjuvazi, devrimi, proletaryadan önce ve hızlı kavramıştı… Köy enstitülerinin yaratacağı Türkiye’yi de toprak ağaları köylülerden önce ve hızlı… Tarafları kadar karşıtları da Köy Enstitülerinin ne demek olduğunu çok hızlı bir şekilde kavramıştır. Karşı-devrimcilerin giriştiği amansız mücadelenin temel saldırı nesnesine dönüşmüştür Enstitüler. Ve belki de, bu mücadele yitirildiğinde, Devrim mücadelesinin en önemli tuğlası da düşmüş oluyordu.
Sınıflar Mücadelesi
Anadolu Köylüsünün destansı bir çilesi vardır; “onlar”, yüzyıllar boyunca savaşan insan kaynağını yetiştirmenin yanında, ülkenin “tek gerçek üretici gücünü” de oluşturmuştur. Üretici güçlere verilen önem her devrimin temel niteliklerinden biridir. Devrim, üreticisine sahip çıkmaya 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde başlamıştır, köylüyü köleleştiren “aşar” kaldırılmıştır. Bu anlamda Kemalist Devrimin, çokça söylendiği ve yerilmeye çalışıldığı gibi, yalnızca bir “üst-yapı” devrimi olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Onu sınıfsal kılan ve böylece bir “alt-yapı” devrimine dönüştüren, üretmeden kazananlara indirdiği amansız darbedir. Ülkenin, üretmeden kazanan, feodal kesimini iki sınıf oluşturmaktadır: Birincisi Toprak Ağaları ve ikincisi Ulema sınıfı…
Her iki kesim de bir dayanışma içindedir. Ulemayı imtiyazlı kılan bir özellik de vergiden arındırılmış olmasıdır. Vakıf sistemi, Ulemayı ayrıcalıklı kılan bir sistemdir ve özellikle medreseler yoluyla eğitimden beslenmektedir.
Bu anlamda eğitim, Osmanlı’da, ayrıcalıkların yeniden ve yeniden üretildiği, toplumsal sınıfların kastlaşmış biçimde yaşamasını sağlayan koruyucu kalkan durumundadır.
İşte Cumhuriyetin Eğitim Devrimi, önce medreseleri ilga yoluyla Ulemanın belini kırmış ve Enstitüler yoluyla da tüm feodal sınıfa karşı bir meydan okumaya girişmiştir.
Neden-sonuç ilişkisi açısından örneğin, 3 Mart Devrim Yasalarından sonra çıkan ayaklanmaların ardında yatan gerçek, dile getirildiği gibi “şeriat talebi” değil, toplumsal ayrıcalığını kaybetmiş olmanın verdiği kızgınlıktır. Köy Enstitülerinden sonra ortaya çıkan gerici kalkışmanın da izlediği yolun benzerlik taşıması bu anlamda şaşırtıcı değildir: Komünistlik ve karma eğitim üzerinden kamuoyu oluşturan statükonun gerçek amacı “uyanışı lekeleme” ve çıkarını “muhafaza” etmekten başka bir şey değildi.
Köy Enstitüleri deneyimi, günümüzdeki eğitim eşitsizliklerine de ışık tutuyor: Bugün Türkiye, birçok çocuğuna “okula gitme fırsatı” yaratılabilmiş durumda. Ancak “okula gitmek”, eğitsel gelecek açısından eşit şartlarda olmak anlamına gelmiyor; öğrencilerimiz yetenekleri yönünde değil, ailelerinin maddi güçleri doğrultusunda yönlendiriliyor. Günümüzde okula gitmek, kuşatılmışlığı yarmak anlamına gelmiyor, tam tersine, kastlaşmış bir toplumsal yapıyı perdeleyen durumu işlevselleştiriyor. Eğitimde yaşanan sancıma, sınıflaşmış toplum yapısının, eğitim sistemindeki yansımasını resmediyor.
Küçükkayıkçı’nın Kalemi “Köy Enstitülerinin Kısa Tarihi”
İşte Küçükkayıkçı bize bir köprü kuruyor, geçmişte yaşanan bir deneyimin izlerini sürerek: Atilla Küçükkayıkçı’nın 1984 Yayınevinden çıkan eseri “Köy Enstitülerinin Kısa Tarihi” uzun erimli bir mücadelenin özgün bir yorumunu içermektedir. Küçükkayıkçı, Osmanlı’nın büyük bir gürültüyle çöküşünden başlayarak, Cumhuriyetin imkânsızlıklar içindeki varoluşuna ve oradan da Anadolu’nun ayağa kaldırılmasına varan bir mücadeleyi anlatmaktadır; süreci ve eğitimin içinde bulunduğu zorlukları iç içe işleyerek…
“Köy Enstitülerinin Kısa Tarihi” okuru bir sorgulamanın da içine sokmaktadır: Enstitüler, metodik bir tartışmanın tarafıdır ve uygulanan müfredat “yaparak-yaşayarak” öğrenmeye odaklıdır. Dört duvar içindeki bu eğitimin günümüzde yadsınmasına on yıllar öncesinden verilen bir yanıt: Öğrencilerin yeteneklerine göre eğitilmesi, coğrafyanın, doğal ortamın ve ihtiyaçların eğitimde belirleyici olması esastır. Köy Enstitülerinden yetişen bir öğretmen, kara tahtada ders anlatan bir öğretmen değil, toplumsal değişmenin, üretimin ve aslında kültürel bir yeniden doğuşun aktörü olacaktır. Ve bu aktör Osmanlı’nın yüz yıllardır ihmal edilmiş ‘köy’ünü Cumhuriyet ile tanıştıracaktır.
Tonguç bu olguyu, 1947’de yayınladığı “Eğitim Yolu İle Canlandırılacak Köy” kitabının önsözünde şu şekilde tanımlamaktadır: “Köyü plansız, bilinçsiz ve mekaniksel bir çaba harcayarak kalkındırmaya uğraşanların enerjilerinin çoğu boş yere harcanıyordu… Köyü kalkındırmaya değil, kendi öğeleri ile içinden canlandırmaya çalışmak ve bilinçlendirmek gerekiyordu…”[3]
Eser, bir tarihi oluşu, oluşu yaratanları, yaratanların hayat hikâyelerini, zorluklarla mücadeleyi ve bir başarı öyküsünü resmediyor. Küçükkayıkçı’nın kalemi, Köy Enstitülerinin mirasını bir mesaj olarak geleceğe taşıyor; onları özel kılan yalnızca özgün kurumlar oluşu değildir, onları özel kılan yaratıcı ve devrimci bir girişim oluşlarıdır. Zamanın ruhuna uygun kurumlar inşa etmek dün olduğu gibi bugün de gerçekleştirilebilir bir iştir.
ÖNDER YILMAZ
Köy Enstitülerinin Kısa Tarihi, Atilla Küçükkayıkcı, 1984 Yayınevi, 2019
[1] 1 Mart 1923 Meclis İkinci Toplanma Yılı Açış Konuşması. Mustafa Kemal, ülkenin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik koşulları açıkladıktan sonra eğitimin durumuyla ilgili bilgi vermiş ve eğitimden beklentilerini ifade etmiştir.
[2] 25 Ağustos 1924, Türkiye Muallimler Birliği Toplantısında Atatürk’ün Yaptığı Konuşmanın ilgili kısmı şu şekildedir: “Milli ahlakımız, medeni esaslarla ve hür fikirlerle geliştirilmeli ve takviye olunmalıdır. Bu çok mühimdir; bilhassa nazarı dikkatinizi çekerim. Tehdit esasına dayalı ahlak, bir fazilet olmadıktan başka, itimada da değer değildir.”
[3] Atilla Küçükkayıkçı, Köy Enstitülerinin Kısa Tarihi, s. 148