Yirminci Yüzyıl kapanışını küresel zaferini ilan eden liberal kapitalizmin şenlikli havai fişek gösterileri ile yaparken dünyanın, Arjantin, Rusya, Güney Asya, Türkiye gibi muhtelif ülkelerinde mevzi ekonomik krizler patlayıp duruyordu ama bunlar için kaygı çekmeye gerek duyulmuyordu. Çünkü utku büyük, gurur benzersiz, ganimet namütenahi idi. Tüm dünya serbest pazar haline gelmiş, dijital devrimle coşmuş ve ekrandan para kazanma çağı gelmişti. Bütün pazarları birbiriyle birleştirmeyi (entegre etmeyi) başarmış küresel kapitalizm artık sadece ekran oyunlarıyla servetler kaldırıyor, insanları felaketlere, iflaslara gark ediyor, ülkeler yağmalıyordu. Zahmet edip savaş bile etmeden koca koca ülkelerin tüm varlıklarına el konuluyordu. Arada bir bazı sektörlerin canlanması için spor olsun diye savaş da yapılıyor, tuhaf yalanlarla bazı ülkelerin tepesine çökülüyor, silah stokları yenilenirken kimi hammadde kaynaklarına el konuyor, sahte radikal örgütler kurdurularak vekâlet savaşları yaptırılırken; “maç olmazsa bilet de satamayız” mantığıyla sonu gelmeyecek savaş süreçleri başlatılıyordu. Ticaret dönsün, “ekşın”(!) olsun diye daha önce adını sanını duymadığımız tuhaf radikal örgütler ansızın devlet oluyor(?), amorf ve asimetrik savaşlarla ortalığı birbirine katıyordu. Kimin kimi vurduğu önemli değildi; önemli olan savaşıyor, bazı ülkeleri paralize ediyor, bazı devletleri atomize ediyor, kimilerini ehlileştirir ya da köleleştirirken geniş çaplı katliamlarla ülkelerin itiraz ve direnme gücüne son veriyor olmaktı.
Kapitalizmin bu yeni nesil “harikulâde” (!) maslahat yöntemleri bu nevi organizasyonlarla cin fikirli bir çağdaş ticaret anlayışına “merhaba” (!) derken gelişmiş ülkelerin bizatihi kendi içlerinde de boş oturulmuyor; üç-beş kuruş geliri olan herkese, karşılığında ömürlerinin sonuna kadar çalışarak ödemek ve borç kölesi; yani bir tür çağdaş forsa olmak zorunda kalacakları, “statülerine uygun” (!) havuzlu villalar, gökdelen katları ya da beton mezarlıklar “mortgage” finansman modeli ile satılıyordu. Kaldıraç kullanılarak ikincil piyasalarda bu borçlar bir tur daha, iki tur daha satılıyor; tuhaf ve akıl sır ermez piyasa balonları oluşturuluyor ve gayrimenkul piyasası yeni finans modellerininen geçerli “meta”sı olarak oradan oraya “havada uçuşturuluyordu.(!?)” Bu “ponzi” süreci gemi öylesine azıya aldı ki bir süre sonra gelişmiş Batı ülkelerinde “ev”lendirilmemiş kimse kalmadı. Ve 2008 yılında bu “manyak” (!) balon ansızın patladı. Gayrimenkul odaklı yeni ekonomik kriz öylesine korkunç bir düzeye erişmişti ki gelişmiş kapitalist ülkeler bu badireden zor bela sıyrılabildiler. Az kalsın hepsi toptan iflas ediyor; kapitalizmin sonu geliyordu. Ne yazık ki böylesi beşaretli bir son gerçekleşmedi. Milyonlarca insanın felaketi ve perişanlığı pahasına da olsa krizbir şekilde yüzdürüldü. Ama geride evlerinden atılmış milyonlarca insan kaldı. Bu “homeless” (evsiz) insan toplulukları gelişmiş kapitalist metropollerin yeni belasıydı artık. İnsanlık belki de en başından bu yana ilk defa böylesine “kapsayıcı” bir barınma krizi ile karşılaşıyordu. “Evsiz” kalmak bir korkunç depresyon ve çöküntü; “evsiz kalma/bırakılma korkusu” ise “aslan terbiyecileri”nin (!) en çok kullandığı manivela idi artık.
Olaylar bu kadarla da kalmadı. Kimi tarihçilere göre Batı Roma’yı çökerten göçmen sorunu bu sefer 21. Yüzyıl ortamında bunun üzerine katmer olarak geliverdi. Geliverdi derken bu sorunun ansızın ortaya çıktığını düşünmeyelim; zaten yıllar yılı kimi zaman asimetrik savaşlar, kimi zaman dijital para oyunları, kimi zaman spekülasyonlar ve işbirlikçi yöneticiler aracılığıyla yağmalanan, yıkılan, ayakta durma gücünü yitiren sayısız ülkede yaşam koşullarını ve gelecek umutlarını yitirmiş milyonlar yollara dökülüyor ve gelişmiş, müreffeh ülkelerin kapısına, bacasına, kıyısına, ocağına dayanıyordu. Bu geniş kitleler ulaşabildikleri şehirlerde nevzuhur mağdur ve mağdureler olarak ilk başta barınma talep ediyorlardı kuşkusuz ve fakat “ev”artık nedret arz eden, zor bulunan bir şeydi. Bunun için de bir başka türde köleliği kabul etmek gerekiyordu.
- Yüzyıl dünyasında, nüfus patlaması, yoğun kentleşme, çevre sorunları, liberal kapitalizmin aldatmacalı, çatışmacı ve destabilize edici çalışma yöntemi ve “ölümcül”(!) finansman modelleri sonucunda kaotikleşen kentlerde barınma sorunu yepyeni ve devasa bir bir hal alırken insanlık bir de “Covit 19 Pandemisi” gibi bir musibet ile karşı karşıya kalacaktı. Covit Pandemisi, uzun süreli karantinalar, sınırların kapatılması, tedarik zincirinin aksaması, tedaviye, aşıya ve ilaca erişim sorunları, sosyal güvence kuruluşlarının çökmesi, ekonomik krizler ve komplo teorileri ile ortalığı bir tur daha toz-duman ederken barınma sorunu bir kez daha gündeme geliyor, özellikle pandeminin ikinci senesinde, hiçbir “şenlikten” (!) geri kalmayan ülkemizde de konut fiyatları tüm dünya ile birlikte patlıyor, kiralar katlanıyor, dahası kolay kolay ev bulunamıyordu. Çünkü pandemi süreci boyunca hem konut üretimi azalmış hem insanlar bir kırda, bir sayfiyede, bir memlekette, bir gurbette, bir de tahsildeki evladına yabancı bir şehirde ev edinme ve kendini garantiye alma telaşına düşmüştü. Yanı sıra her türden spekülasyon da çıldırmışçasına koşmaya başlamıştı. Buna devletlerin pandemi dönemi önlemleri sırasında hesapsızca ve karşılıksız para basmasını da eklemek gerekir kuşkusuz. Ortalıkta paradan bol bir şey yoktu ama hane halkı gelirinde bir artış yoktu. Sadece ev, araba, karavan, tekne, konut, yazlık, ikici ev fiyatları; yani varlık ve emtia fiyatları çıldırmışçasına artıyordu.
Kalkınma modeli olarak “inşaatçılığı”(!) seçmiş dönemin Türkiye’si, tüm diğer ekonomik aktivitelerin ötesinde bir güç ve yatırımla konut üretimine yönelmişti. Faizler düşürülmüş, insanların banka kredisi kullanarak ev almasının yolları açılmıştı. Gel gör ki bu kolaylık da ters tepmiş; aşırı talep dolayısıyla ev fiyatlarının patlamasına yol açmış, büyük şehirlerde kullanılmayan, satılamamış boş beton bloklar ile kiralık ev bulamayan zavallı insancıklarçaresizce karşı karşıya kalakalmıştı. Eşzamanlı olarak devlet eliyle düzenlenen kentsel dönüşüm projeleri büyük problemlere giriyor, TOKİ, kapsamlı konut projesi yürüten holdingler ve mübalağalı imar kararları ile sübvanse edilmiş müteahhitler her türlü devlet desteğine rağmen iflasın eşiğine geliyor, imar afları ile konut piyasası desteklenmeye çalışılırken kentsel doku bir defa daha mahvediliyor ve imar suçları ödüllendiriliyordu. Orman içlerine, yaylalara, endemik bitki örtüsüne sahip topraklara, sit alanlarına, kıyılara, hazine arazilerine yapılan kaçak yapılar, emsal katsayısının çok çok üzerinde yükselen binalar ve belediye bürokratları ile yürütülen“ayıboğan güreşleri”(!) yeni yaşam stili haline geliyordu. Deprem ülkesi Türkiye’de konut sektörünü coşturmak için verilen emsal imar katsayıları, ortalığın gökdelen misali konut projeleri ile kaplanmasına neden oluyor, birinci derecede deprem kuşağında yer alan şehirlerimizde dünyanın en sağlıksız ve güvensiz konutları bu şekilde milyon dolara alıcı aramaya çıkıyordu. Bugüne kadar görülmemiş yeni “model”(!) çevre felaketleri, müsilaj, kuraklık, orman yangınları, hormonlu ve sağlıksız gıdalar, küresel ısınma ve yeni tür esrarengiz hastalıklar bu uygulamalar sonucunda zuhur ediyor ve insanlık bugüne kadarki mazisi boyunca hiç karşılaşmadığı berbat yaşama ve barınma koşulları altında ayakta kalmaya çalışıyordu.
- Yüzyıl’daki kırdan kente göç sonucu yarım yüzyıl boyunca gecekondulaşma sorunu ile cebelleşen, ağır yaralı ülkemiz şehirleri mimarlık sanatının sofistike meselelerine haiz olmayan popülist idarecilerin ve kötü yetişmiş mimarların günlük kararları ile problemler yumağı haline geliyor ve evlerimiz, yapı düzenimiz, mahalle yaşamımız ve tarihsel mimari mirasımız; hepsinden de öte” mutluluğumuz”(!) onulmadık yaralar alıyordu.
Tüm bu süreçler boyunca ülkemizde göze çarpan sorunsalların en büyüklerinden biri ise gelişkin, çağdaş ve yetkin bir mimarlık ve yaşam kültürünün toplumumuzdamevcut olmamasıydı. Proje ve uygulamalar umumiyetle mimarlık kültürünün hiçbir alanında duyarlılığa ve derinliğe sahip olmayan, yapı teknikeri düzeyini aşamayan bir eğitim almış, hayatında tek bir edebiyat ya da sanat yapıtı okumamış, görmemiş, izlememiş, içselleştirmemiş mimar ve yöneticiler tarafından yapılıyordu. Sonuç hazindi. Mutsuz, sorunlara gömülmüş ve kimliğini yitirmiş kentler ve mahalleler ve sokaklar ve evler… Ülkemizde yüz otuzdan fazla mimarlık fakültesi açılmış ve yüz binlerce kişiye mimar diploması verilmişti. Ama bunların neredeyse tamamı mimarlığa vurgu yapan tek bir edebiyat eseri okumadan okullarından mezun olmuşlardı. Ne kentimizden ne mazimizden ne kültürümüzden ne sanatımızdan ne yaşam ve mekânanlayışımızdan ne de mimarlık sanatının öncelediği duyarlılıklardan haberdardılar.
İşte şimdi böylesi bir sürecin ve böylesi mimarların uygulamaları sonucunda böylesi mekânlarda, evlerde, sokaklarda, mahallelerde yaşıyorduk artık ve bunun sevilecek, kabul edilebilecek, insanı mutlu edecek hiçbir yanı yoktu. Öyleyse bunu değiştirmek için bir şeyler yapmak lazımdı. Ama ne?
***
İşte böylesi zahmetli ve sorunlu zamanlarda kırk yıl öncesinin İTÜ Mimarlık Fakültesi’ndeki birkaç sınıf arkadaşı olarak –bir zehab olsa da (?)- kendimizi sorumluluk tahtında görüp işe koyularak mimarlık ve yaşam kültüründe bir farklılık ve farkındalık yaratmak amacıyla, insanlığın her türden zorluklarla dolu dönemlerinde pusula ve kılavuz edindiği bir sanatın; başlangıçtaki sanatın; söz sanatının; edebiyatın kılavuzluğuna başvurmaya karar verdik. Mimarlığı edebiyatta aramaya karar verdik. Eğer edebiyatın mimarlık sanatına vurgu yapan, referans olan, mesel sunan, ilham veren büyük yapıtlarını mimarlık ortamına duyurabilirsek tüm insanlarda yeni ve farklı bir duyarlılık yaratabileceğimizi düşünerek Edebiyatta Mimarlık projesine başladık.
Bu projeye başlarken öncel amacımız hezaren bir seçki yaparak çok sayıda mimar, akademisyen, düşünür, yazar ve entelektüel tarafından kaleme alınmış kısa ve anlaşılır, çok sesli, çok renkli yazılarla mimarlık sanatına vurgu yapan büyük edebiyat eserlerini öncelikle mimarlık camiası ve akademyası olmak üzere tüm ülke kamuoyuna duyurmaktı. Bu eserlerdeki varsıllığı onlara duyurabildiğimiz takdirde onların da bunları okuma gereksinmesini duyacaklarını, en az birkaç tanesini bulup okuyacaklarını ve bu alanda ateşlenecek tartışmalarla beraber tüm ülkede yeni bir mimarlık ve mekân algısının oluşturulabileceğini; yeni bir estetik algı ve kentsel duygu; yeni bir erginleşme ve mekânsal anlayış ve mimarlık sanatında yeni bir iklim başlatabileceğimizi düşünüyorduk.
Yaklaşık yüz kadar eser seçerek giriştiğimiz ilk seçkiye ellinin üzerinde yazar katkıda bulundu. Çok sesli bir koro mimarlık sanatına bambaşka bir gözle; büyük edebiyatçıların gözüyle bakan söylemlerden bahsediyordu artık. Tartışmalar, makaleler, bildiriler, konferanslar, söyleşiler ve imza günleri ile geçen aylar ve yılların ardından, ülkenin mimarlık sanatına teksif olmuş saygın bir yayınevi olan YEM’in de çabalarıyla kitap Türkiye’nin entelektüel mimarlık gündemine oturdu.
İlk kitapta ağırlıkla klasikler üzerinden gitmiş, Mimarlığa Referans Veren Klasikler bölümünde, İlyada ve Odysseus’tan başlayarak Binbir Gece Masalları, Decameron, İlahi Komedya, Notre Dame’ın Kamburu, Anna Karenina, Büyülü Dağ, Şato gibi şaheserlerin tanıtımı ve analizi ile yola çıkmıştık. Mimarlıktan İlham Alan/ Mimarlığa İlham Veren Eserler bölümünde Gülün Adı, Benim Adım Kırmızı, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Üç İstanbul, Yüzyıllık Yalnızlık, Mavi Sürgün, Tatar Çölü, İskenderiye Dörtlüsü, Masumiyet Müzesi gibi eserlere, sonra da sırasıyla Mimarlık Sosyolojisine Dair Eserler bölümünde Devlet Kuşu, Muhteşem Gatsby, Kiralık Konak, Levant, Ayaşlı ve Kiracıları gibi eserlere daha sonra da Seyahatnameler ve Biyografik Seyhatnameler, Ütopyalar, Bilimkurgu ve Distopyalar, Fanteziler, Mimari Denemeler, Mimari Birer Estet Olarak İstanbul Yazarları, Mimarlık ve Sanat Kuramlarına Dair Eserler bölümleriyle toplamda seksen yedi yapıta seçkimizde yer vererek bu değerli eserleri mimarlık entelijansiyasının dikkatine sunmuştuk.
Seçki geniş yankı uyandırdı ve mimarlık eğitimi veren fakülteler ve meslek odaları dâhil hemen her alanda söylem değişikliğine yol açtı. Pek çok öğretim üyesi ve mimar entelektüel mekân temalı essaylar, eleştiriler, incelemeler, edebi eser yorum ve analizler yazmaya koyuldu. Mimarlık sanatının ortalama bir teknik eğitimin ötesinde bir şey olduğu anlaşıldı. Kitabın başarısı ve yankısı bizi bu yolda devam etmeye yönlendirdi ve daha sonra yine çok yazarlı Sinemada Mimarlık seçkisini hazırladık. Dört ay gibi kısa sürede birinci baskısı tükenen bu kitabın verdiği cesaretle daha da derinleşmeye karar verdik ve Çağdaş Dünya Edebiyatında Mimarlık ve Çağdaş Türk Edebiyatında Mimarlık adlı çok yazarlı seçkileri 2021 yılının hemen başında yine YEM Yayınları’ndan yayınladık.
Bu kitaplar kolektif çalışmaların ürünleriydiler, ülkenin mimarlık entelektüellerinden iki yüze yakın yazar, mimar ve akademisyenin katkısı vardı bu kitaplarda ve editörler olarak aramızda farklı ihtisaslara dayanan işbölümlerimiz söz konusuydu. Edebiyattan sorumlu olan birimiz, çizim ve illüstrasyonlardan sorumlu olan bir başkamız, akademik inceleme ve araştırmadan sorumlu olan yine bir diğerimizdi. Türkiye’de belki de bir mesleki disiplinde ilk defa bu denli büyük çaplı bir kolektif üretim yürütülüyordu ve bu üretimin buhranlı mimarlık ortamına söyleyecek gerçekten de çok sözü vardı.
Çok doğal olarak Çağdaş Edebiyatta Mimarlık aşamasına geldiğimizde bizim edebiyatımızın bu alanda neler söylediği, ne tür yapıtlar ürettiği apayrı bir duyarlılık noktası olarak gündeme geliyordu. Bu aşamada Çağdaş Türk Edebiyatı eserlerini Çağdaş Dünya Edebiyatı’ndan bağımsız, ayrı bir kitap yapmaya karar verdik. Şimdi artık, “Neydi kentlerimizin, mahallerimizin ve evlerimizin başına gelen?” sualinin, sorunsalının yanıtını Türk Edebiyatı’nın büyük kalemleri eserleriyle anlatıyorlardı. Osmanlı konak yaşamının çöküşünü ve Cumhuriyet dönemindeki hüzünlü mimari dekadansını emsalsiz bir yetkinlikle anlatan Aylaklar romanı ile Melih Cevdet Anday, sıra dışı bir distopya olan ve bir gökdelende yaşananları çarpıcı alegorilerle anlatan vizyoner Gökdelen romanı ile Tahsin Yücel, İstanbul’un çeperlerindeki hastalıklı yapılaşmayı güncel inşaat sektörünün eğilimleri çerçevesinde anlatan Kırmızı Saçlı Kadın romanı ile Orhan Pamuk, İstanbul estetiğinin tutkulu anlatıcısı Mario Levi’nin İstanbul Bir Masaldı romanı, Barış Andırınlı’nın çarpıcı “kentlileşememe” romanı Kopoy, TOKİ sorunsallarını yetkin bir alegori ile betimleyen Sinek Isırıklarının Müellifi romanı ile Barış Bıçakçı, Uyku Şehir romanı ile mimarca bir bakışla mahalle ahengimize eğilen Behiç Ak, Kapalıçarşı’sı ile Fuat Sevimay, Kırmızı Pelerinli Kent’i ile Aslı Erdoğan, Seyahatnamesi ile İlber Ortaylı, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu gibi üslupçu kent essayları ile Salah Birsel, Bir Beyoğlu Düşü ile Demir Özlü, Yalıda Sabah ile Haldun Taner, İstanbul’un Kuytu Köşeleri ile Aydın Boysan, Çok Kültürlü Pera ile İo Çokona, , Boğazdaki Mutlu Çocuk: Kuzguncuk ile Gülsüm Cengiz, Moda Sevgilim ile İzel Rozental ve daha niceleri (Ali Teoman, Selim İleri, Vecdi Çıracıoğlu, Ayhan Geçgin, İbrahim Yıldırım, Mahir Öztaş, Murat Aykaç Erginöz, Gürsel Korat, Elif Şafak, Yaşar Kemal, Murat Gülsoy, Metin Kaçan, İlhami Algör, Tomris Uyar, Cem Behar, Alan Duben, İhsan Bilgin, Murat Belge, Rupert Wilbrandt, Enis Batur, Oğuz Atay) kalemi ele alıyor ve bizi tıpkı Alice’in ağaç kovuğundan girmiş ve “harikalar diyarına” vasıl olmuş olduğu zamanlardaki gibi meselelerin apayrı boyutlarına; tabiri caizse “mufassallarına” taşıyordu.
Kısacık bir listelemede bile hemencecik görülebildiği gibi Türk edebiyatı konut, barınma, ev, mekân, mahalle, sokak ve kent kültürüne emsalsiz katkılarda bulunmuş, birbirinden değerli sayısız yazar ve eser yaratabilmişti. Bunları, eşeledikçe daha da görkemli bir tablo ile karşı karşıya kalıyorduk. Peki barınma, konut, mekân ve kent meselelerinin bu denli yakıcı ve yaralayıcı olduğu bir çağda edebiyatın bu yaratıya, estetiğe ve kültüre dair söylediklerini, ortaya koyduğu görkemli eserleri kim biliyordu; kim bunlarla ilgileniyordu; kim bunlardan yararlanmayı deniyordu; kim bunlardan medet umuyordu?
HİKMET TEMEL AKARSU