Barok dönem Rönesans’ın matematikle doğrulanan doğal ve evrensel bakış açılarını çoğaltmış gibidir. Barok göz, belli bir ruh ve duygu hali içerisinden dünyaya bakanın farklılaşan görüş noktaları içerisinden ifadesini bulur. Örneğin Leibniz için her monad aynı dünyaya baksa da, kendine özgü bir yerden yönelmiş bir bakışın ifadesi gibi anlaşılabilir. Zihnin duyusal ve düşünsel yetilerine göre daha çok dalgalanan duyguların da eklenmesiyle çoklu bakış olanakları artar. Descartes’ın yöntemli düşünme yardımıyla araştırdığı zihnin bu hatalı bakışlarına düzen vermektir. Duyguların akıl yürütme etkinliğindeki hata payını ölçmek için duygu haritalarını ve tasniflerini oluşturmaya çalışır. Sadece zihnin işlevleri arasında değil, aklı karıştıran bedeni de ayraç içerisine almak ister. Düşüncenin, temaşanın veya tefekkürün saflığı kendisini bu çoklu indirgemeye borçludur. Manzaraya bakmanın sahici tek çizgisine tekrar çoklu bakışları çekmek için bu geri çekilmenin sağladığı ayar zorunludur. “Sistemli kuşku” böyle bir temel çizgiden sapan düşünceyi temizlemek yolunda özneyi, “önyargılarından ve inançlarından” kurtarmanın yolu sayılabilir. Zihnin bedenden ayrı bir irade ve esasın hükmü altında olmasını güvenceye almak için düşünceler duyusal ve duygusal etkilerden uzak tutulmalıdır. Yer kaplayan ve düşünen şeylerin cevherleri veya iki varlık ilkesi arasında sadece bir kapı bırakması düşünsel saflığın bir başka güvencesini oluşturur. Zihin bedene sadece “pineal korteks” veya “epifizbezi” marifetiyle etkileşim içerisine girer.
Düşünen öznenin sükûnetini bozacak ve bedenden kaynaklanabilen etkilenimleri belirlenebilir kılmak için duygu haritalarını tasvir etmek zorunludur. İçine bedensel bir etki, dünyanın izlenimleri, doğal belirlenimler ve duygular araya karışmadığında artık “doğrular” yanlışlar”dan arınmış olabilir. Descartes, bu biraz da paranoyak indirgemeyi mümkün kılmak, “kuşku götürür” şeylerden düşüncesini temizlemek için tüm bildiklerini unutmayı ve “en başından başlaması” gerektiğini düşünür. Önceki fikirlerini “topyekûn yıkmak” zorunludur. Sürekli kendisini “aldatan” duyulara karşı “sağduyu” geliştirmek bu sayede mümkün olabilir (2019: 24). En doğru görünen fikirler bile duyuların, duyguların gölgesi altında kalabilirler. En nicel görünen cisimler, biçimler bile “kuşkulu imgeler” sayılmalıdır. Maddi doğa ve yer kaplayan şeylerin dünyası, sayısal temsiller de doğru olarak işaretlenemez. Geriye en “yalın ve genel” olanları bırakmak üzere zihni meşgul eden görüngüler, imgeler aradan çıkarılmalıdır. Barok zamanı açarken, belirsiz desenlerin ve gölgelerin, iç içe geçen renklerin, birbirine karışan düşüncelerin kıvrımları (Deleuze, 2006: 7) arasındaki temel düz çizgiyi, geometrinin, matematiğin nesnesi o doğruya koşut düşünceyi arar. Descartes, Rönesans’ın sarahat kazanan temsillerine bir özlem gibi, kendi zamanının içeriden dışarıya aynı bakış açısıyla bakan, tek bir monadın içine yerleşmiş bir göz gibi temaşa eden bakış açısını yeniden inşa etmek ister gibidir.
Descartes,ömrünün kuşkularla dolu bu son döneminde birkaç gece üst üste rüyalar görür. Bu rüyalarda bulduğu dinginliğin, ruh sükûnetinin duyusal veya duygusal nitelikte bazı nesneler tarafından bozulmamasını ister sanki. Diğer yandan saf düşünce olarak tefekkür, mantık, matematik veya geometrinin egemen olduğu düşünümde kendine yeterlik sergiler. Düşüncenin bu düzeyinde başka dış veya iç nesnelerin bedene veya zihne temas etmesiyle “karışık fikirler” meydana gelmez; düşünürün aklı karışmaz. Sağlam ve doğru yargılar oluşturmak için bedenin tutkularını ruhunkilerden ayırmak gereklidir. Kuşku duyulmayacak bilgiye erişmek için zihin bedene tesir etse de ondan etkilenmemelidir.
Bu zihinsel huzuru korumak için bazı yöntemler, yaklaşımlar icat edilebilir. Sözgelimi Descartes analitik geometriyi, Leibniz diferansiyel hesapları geliştirir. Barok düşünürler bu sayede doğayı ve hatta kimi metafizik kavrayışları matematiğin sınırları içerisine yerleştirmeye çalışırlar. Matematik bir modelde güvenceye alınan akıl yürütme yetisi yardımıyla, beden nerede başlıyor zihin nerede bitiyor sorusuna dair bir sınır da oluşturmak mümkün olur. Böylece bedenin tutkularından kaynaklanan aceleci ve peşin yargıları ayırt etmek de olanaklı olabilir. Ruhun, zihnin kendi hakkında düşünmesinin üretimi kavramların, yer ve zamanın, duyusal ve duygusal etkilerin açtığı bağlam içerisinde karartılmasına engel olunabilir. Matematik yüzeyde gerçekleşen çıkarımlar en kesin, aracısız bilgilerden oluşur. Orada kaynağını kendisinden alan içkin bir nedensellik de bulunur. Düşünme eylemini saf olmayan bilgiler, izlenimlerle oyalamamak için kuşkulanmak gibi bir fiil erken ihbar işlevi görür. Kendi düşleri bölünmesin isteyen bir zihne ulaşan tüm veriler, duyular bu sebeple önce kuşkulu şeyler bölmesine alınır. Zihne ulaşan duyular veya başka düşüncelerin matematik gibi sağın bir modele uygunluğu doğrulanırsa gerçek bilgi derecesi edinir.
Descartes, Barok karmaşadan yılmış gibi, etrafındaki kalabalığı aralamak, duyularından, bedeninden, hafızasından ve duygularından kurtulmuş bir düşünme yükleminin olanaklarını araştırır; “bir cesette bile görebileceğimiz türde organlardan ibaret” (2019: 35) bir bedenin gölgeleyemeyeceği bir düşünce; zamansız, yersiz, bağlamsız, hayalsiz, bedensiz saf bir tefekkür veya meditasyon; çok önceden Plotinos’un ve çok sonradan SimoneWeil’in de başka kaygılarla araştırdığı bir düşünme yolu gibi, bedenden kaynaklanan bir istencin karışmadığı bir iradeyle devinen bir zihnin üretimi. Tüm bunların ardından geriye kalan “ben”, zihnini matematik ve geometrinin egemen olduğu bir aygıta dönüştürerek tek bir temel yüklem olarak düşünmeyi belki başarabilir. Kuşku duyulmaz olan ben, tümüyle kendine şeffaf bir fail olur, şuurunun dışındaki ve altındaki etkilerden, bedeni üzerinden, dünyadan taşınan etkilerden uzak düşünebilir. Saf düşüncenin öznesi, ben olmanın nedeni ve sonucudur. Böyle indirgenmiş ben veya cogito, artık kendisine ulaşan kuşku verici verileri doğru ve yöntemli düşünmenin temellendirdiği etik, estetik, metafizik veya varlıkbilimsel yargılar içerisine yerleştirebilecek olgunlukta bir özne olarak ortaya çıkabilir. Örneğin bu bene ulaşan, Descartes’in örnek olarak verdiği bir balmumunun kokusu, görünüşü, dokusu bu sağduyulu benin düşünceli yargılarıyla yeniden tarife kavuşur. Balmumu sadece zihnimle algılayabileceğim bir var olandır: “Gözlerimle gördüğümü düşündüğüm bir şeyi, aslında sadece zihnimde bulunan yargılama kabiliyetleriyle idrak ediyorum.” (2019: 44) Balmumu gerçekliğini, “insan zihnine” borçludur; ama duyguları, duyuları, fikirleri düşünen ben tarafından “dizginlenmiş” bir insana. Şuurun erimi dışında kalan tüm veriler balmumumun gerçekliğini bozar; onun başka bir nesne ile karışmasına neden olur. Şeylerden “akan algılar” onları doğru yargılayan şuurlu ve düşünen ben’in zihinsel üretimleridir. “Seçik algı” bu indirgenmiş ben’in işlevidir. Bu sırada elde ettiğimiz, Descartes’in de onayladığı gibi tümüyle “yeni bir bilgidir”.
Düşüncenin Kapalı Zarfı
Descartes, yaşamının sonlarına doğru fırsat bulduğu “birkaç günlük tefekkürü”, inzivası sonucunda, bütün duyularını, duygularını ve hazır fikirlerini “devre dışı” bırakmak ister. Doğru ve yöntemli bilgileri, matematik ve geometri içerisinde doğrulanabilecek olanları ayırıp saklamayı arzular. Montaigne’in kendisinden önce deneyip, çok da başarılı olamadığını arada itiraf ettiği, “kendi içine bakarak”, benliğin derinliklerinde saklı bir bilgiyle bedenine ulaşan tüm verilerin sağlamasını yapma çabası içerisine girer. Doğru düşünce, “birçok şeyden habersiz kalmakla” mümkün olabilir. Bu derin tefekkürle doğrulanmış duyusal ve duygusal bilgiler yine “düşünme biçimleri” gibi sınıflandırılmalıdır. Doğru şekilde temellendirilmiş herhangi bir düşünce ise doğruluğunu kendisine borçludur. Böyle bir düşüncenin veriminiyanlışlamak çok mümkün görünmez.
Descarteskendinden menkul bir zihnin, şuurun, benliğin üretimlerini doğrulanması, sağlamasının yapılması mümkün olmayan kendinde şeyler dünyasından ayrı konumlandırır. “Tanrı’nın fikirlerine” insan zihni göz dikmemelidir. Tanrıya ait fikirler ben’in erişebileceği bir ufukta yer almaz. Bu yüzden Descartes deizmin temel tavrı gereği, evreni arkasına yaslanarak izleyen bir Tanrı tasvirine ulaşır. Doğal dünyayı olduğu kadar kutsal âlemi de paranteze alır. Bu dünya sonradan Kant’ın da dile getireceği gibi, ahlâk yasasıyla sınırları çizilen “iradenin”, “istemenin” hükmü altındadır, görünün değil. Zihnin açılması için “gönül gözü” yavaşça kapanmalıdır. Bu gözün işlevi zihne taşınmalıdır. Gönülden geçenlerle akıldan geçenler arasındaki tek bağlantı epifizbezi üzerinden sürmelidir. Bedene ve ruha değenler böylece zihnin çalışma alanından temizlenir; düşünen benin dünyasından ayrı iki farklı parantez arasında kapatılır. Doğal ve tanrısal temalar bilinçdışı bir karanlığın alanına taşınır. Modern bilinçdışına ait karanlık, mahzen benzeri, tekinsiz metaforların kökeninde de böyle indirgeyen bir düşünüm bulunabilir. Descartes’in sınırlarını çizmeye başladığı görüngübilim, çok sonradan bedensel ve kutsal dünyaya ait belirişlerde de görüngü değeri bulsa da, çıkış yerinde zihni bulandıran etkiler gibi sınıflandırılır. Saf düşüncenin organı modern denilebilecek bir zihnin taşıyıcısı ben’in temaşa ve tefekkür eriminden uzak tutulması gereklidir. Zihin düşünürken hep kendisine döner, bakar. Orada ürettiklerinden ayrı, önceden hazır bulduklarından uzak durur. Derin tefekkürü sırasında epifizbezinden beri tarafa doğru duyusal ve duygusal girişler kapatılır. Özellikle bedende kayıtlı muhayyel bilgiler pek ciddiye alınmamalıdır. “Hayal” ile “salt anlama”, “varoluş” ile “öz” arasında derin bir fark belirir:
Zihin bir şeyi anlarken bir şekilde kendisine döner ve kendisinde zaten mevcut olan fikirlerden birisine bakar. Ama bir şeyi hayal ederken bedene döner ve bedendeki bir şeye, yani kendiliğinden anlamış olduğu ya da duyularla algıladığı bir fikre karşılık gelen fikre dikkat eder. (2019: 91)
Bedenin aklımla arama girmesi gibi, Tanrı’nın fikirlerinin de zihnime karışması, düşünce ile iradenin karışmasına sebep olur. Oysa doğru düşünme eyleminde zihin daha önceliklidir; “zihinsel algı”, “iradi karar”dan daha önce gelir. Tanrısal fikirler ve doğal duyum paranteze alındıkça “doğal düşünme” kalır geriye. Akıl, iradenin sonsuz alanını ele geçirmeye çalışmaz. “Bende fikri olmayan nice şey”,muhayyilenin üretimi muhayyel içerikler müdrikenin ilgisini dağıtmaz. Bunlar Tanrı’nın alanına devredilir. Kuşkulardan uzak ben’in düşüncelerinden karanlığın, iradenin gölgesini kaldırmak gereklidir. Descartes, “hiçlikten pay alan”, “birçok yetkinlikten mahrum” böyle bir düşünme etkinliği içinde olmayı noksanlık saymaz, bu mütevazılık odaklanmasına, doğru düşünmesine yardımcı olmaz.
Descartes, Freud’un Jung’a atfettiği gibi “okyanusvariduygu”larla odağını yitirmez. Çok sonradan bilinçdışını kozmik düzeylere taşıyan Jung, kendinde şeylerin dünyasını şuurunkiyle yeniden karıştırarak, düşünürün ayraçlarında kapalı kalmış içerik ve biçimleri yeniden serbest bırakır; doğal ve kutsal dünyalara ait geniş parantezleri tekrar açar. Freud, bu karanlık muhtevayı benliğin yörüngesinden uzaklaştırmamaya kararlı olsa da,Jung onu uzak ve geçmiş bağlamlarla irtibatlı kılmaya çalışır. Özellikle Jung psikanalizine kadar düşüncenin Barok zarfı, kara kutusu tam olarak açılmadan kalır. Jung,tanrıyla beraber mitolojileri, yıldız fallarını, mistik düşünceleri serbest bırakır. Okyanusvari bilinçdışı kendisiyle beraber çok farklı duyumları, duyguları da getirir.
Duygu Haritaları
Duygu tasnifleri veya haritaları oluşturan Descartes, biraz da anakronik biçimde Barok dönem içerisine yerleştirdiğimiz düşünürler, Locke, Leibniz, Spinoza, Hume veya Kant gibi, duyguları genellikle olumlu ve olumsuz olarak ayırt eder. Olumsuz olanlar ruhu, bedeni veya zihni daha edilgin bir düzeye taşırken, olumlu olanlar etkin kılar. Birçoğu için sayıları “sonsuz” olabilen duygular genellikle daha küçük etkilerin, cisimlerin, temel duyumların, nesnelerin veya zerrelerin bedene temas etmesi sonucunda meydana gelir. Duyguyu her zaman arzu gibi daha temel ve nesnesiz, biçimsiz ve içeriksiz bir duygulanım temellendirir. Duygular, sevginin veya nefretin nesnesi olsa da, arzunun böyle bir içeriği bulunmaz. Arzu ortaya çıktığında henüz olumlu ya da olumsuz değildir. Ama bir nesneyle, bağlamla, beden, ruh veya zihin ile buluştuğunda içerisinde yer aldığı karşılaşmaya özgü bir içerik veya nesne kazanır.
Duygu haritaları bu bakımdan nesnelerle dolayımların azaldığı bir yüzeyde karşılaşan öznenin durumunu anlatır. Bu etkileri, ilişkileri ayırt etme gayretindeki Barok düşünür, temel bir izlenimden, deneyimden bazı ilkeler, yasalar çıkararak öznenin daha düşünceli, akıllı, sağduyulu veya ahlâklı olduğu bir başka düzleme doğru ilerlemeye çalışır. Duyuların ve duyguların tesirleriyle bedenin“akılsızca devinimler” içerisine girmesine engel olabilecek etik ilkeler üzerinde dururlar. Hemen hepsinin düşünümlerinde doğrudan dışarıdan bazı cisimlere maruz kalmanın sonucu ilksel ilişkiler tanımlanır ama bu temel bağlantılar zihinsel yetiler içerisinden soyutlandıkça ve öznenin yöntemli akıl yürütme, idrak ve temaşa kabiliyetleri arttıkça, duygular ve duyular bazı düşüncelere dönüşür. Birincil düzeyde genelde duygularına, dolayısıyla nesneye yenik düşen bir özne tarif edilir ama duygu haritalarının bilgisine sahip olan aynı özne duyguların kendisinde yaratacağı muhtemel etkileri önceden ayırt eder ve faydasız hislerin düşüncesizce, doğru fikirlerin dolayımından kurtulmuş biçimde varoluşuna sokulmasına izin vermez.
Barok dönem düşünürlerin duygular gibi bilgi derecelerini de sınıflandırıldığına tanık oluruz. Descartes, Locke veya Spinoza, müşterek bir şekilde bilginin birinci, ikinci veya üçüncü seviyelerini ayırt ederler. Psikanalizin birincil ve ikincil süreçler ayrımları da benzer katmanları ayırt etmeye yöneliktir. Yukarılara doğru artan sayılar saf düşünceye yakınsayan, nesnesiz akıl yürütmeyi imler. Birincil düzeyde ise saf duyusal, duygusal veriler, kavramlara, sağduyuya, akli yetilere uzak etkiler yer alır. Bu seviyede duyular ve duygular kendi sebep ve sonuçlarına sahiptir. Yani bir duyu bir duygunun veya bir duygu bir başka duygunun nedeni veya sonucu olabilir. Genellikle dışsal nesnenin etkisiyle muhteva kazanan birinci derecede bilgiler düşüncenin denetiminden uzak, ussal olmaktan ziyade karışık, belirsiz bilgilerin kaynağıdır. Bilgi düzeylerinde yukarılara doğru çıktıkça düşüncenin belirlenimi artar. Bilgi daha sahici, kuşkudan uzak, hakikatli, sahici gibi sıfatlar edinir. Bu seviyedeki bilgilerin taşıyıcısı da daha alt düzeyde bilgilere maruz kalanların yaşadıkları belirsizlikleri gidermek, duyusal ve duygusal karmaşa içindekilere yol göstermek için bazı zihin haritaları teklif ederler; düşünme yetisinden fazla pay almamış olanlar için duyguları ve duyusal tecrübeleri yönetmenin hazır yollarını öğretirler. Hangi duyguya kapıldıklarında başlarına neler gelebileceği konusunda bazı kestirme bilgiler verirler.
Duygu haritalarının da parçası olduğu bu zihinsel tasnifleri dönemin düşünürleri farklı şekillerde noktalamasını yapsalar, kıvrımlarını, köşe ve kenarlarınıbelirleseler de, genelde müşterek şemalar üzerinde dururlar. Örneğin Kartezyen kozmolojiyi yeniden düzenleyen Spinoza, duyguları sınıflandırırkenDescartes’tan çok farklı bir tablo önermez. Haritadaki noktaların sayısı, bağlantıların, yükseklik ve derinliklerin nicelikleri değişir sadece. Descartes’ın ve Spinoza’nın duygu haritaları arasında tür farkı çok dikkat çekmez. Ana renkler gibi temel duyguların sayısı Descartes için altıyken (hayret, sevgi, nefret, arzu, sevinç ve keder), Spinoza için iki tanedir (sevinç ve keder). Her düşünür duyguların resimlediği renk kartelasını kendince düzenler, tasnif eder ama hepsi bir özneyi daha az ya da çok yetkin kılan tonları ayırt eder.
Barok düşünürler duygu renklerini, yoğunluklarını, derecelerini veya tonlarını ayırt ederken, bir yandan da “insanın iç dünyasında olanları” da sınıflandırmış olurlar bir bakıma. Duygu, duyusal bir etkinlikle düşünsel olan arasında bir katman gibidir. Duygularına hâkim olmayanduyusal etkilere açık olur, iç dünyası zayıf kalır. Oysa düşüncenin duyuları ve duyguları yönettiği zihinsel işlemlerde iç dünya dışarıda olanlara, şimdi ve burada cereyan eden anlık değişimlere fazla maruz kalmaz. Böyle bir iç dünyanın kendi zamanı ve manzarası olur, dışarıdaki iklime doğrudan tâbi olmaz. Ruh hâlini duyular ve duygular değil, düşünceler, zihinsel etkinliğin sonucu istençle uyumlu kararlar, seçimler yönetmeye başlar. Taocu felsefede “Bilge Ruh”, Budizm’de “Nirvana” konumuna yakın duran böyle bir failde Descartes bir çeşit “alicenaplık” sıfatı bulur. Böyle bir özne Leibniz için “egemen bir monad” gibi davranır; Spinoza içinse “üçüncü tür bilgiye” sahip bir bilgedir; Nietzsche için “üst insan”ın vasfıdır. Bu niteliklere sahip özneler, duyuları ve duyguları düşünce zarfında yeniden şekil vererek, etkin devinimler içerisine girerler. Dışarıdan ya da hafızadan gelen duyumlarla tahrik olan duygular, onların bünyesinde “güzel huylara” tercüme edildikçe “doğru düşünmek” ve devinmek de mümkün olur.
Kuşkusuz duyguların tabiatından birçok başka yazar, düşünür, sanatkâr veya edebiyatçı Descartes’tan önce söz etmiş olsa da,onunla başlayan ve öncesinde “hiç kimsenin el atmamış olduğu konu” duyguları saymak, sınıflandırmak ve haritalandırmaktır; bunu dindarca veya mistik göndermelerden kurtararak kalbin etkinliklerinden ayırt etmektir. Duyguların kaynağı kalpten zihne ve onun uzanımları olarak beyne ve sinir iletimine taşındıkça duygular kutsallıkla ilgisini de yitirir, zihin felsefesine ait görüngülere dönüşür. Descartes, duyguyu vecd haliyle karıştıran “eskilerin” tüm öğretilerinden kurtulmak gerektiğini dile getirir. Barok dönemde sıkça tashih edilse de, duyguları ruhun bazı vasıfları olmaktan çıkarır, beden ve zihnin epifizbezi üzerinden kesiştiği bir aralığa yerleştirir. Ama Kartezyen tahayyül içerisinde bedenin düşünceyle ilişkili belirlenimlerini yok olur; duygular düşünceye takatini veren etkin arzular gibi dile gelir. Düşüncelerse ruhun ve zihnin üretimleridir (2015: 25).
Cesur Ruhlar ve Hayret
Beyne ulaşan ve oradan uzuvlara doğru hareketlenen zerrelerin sebep olduğu arzulara, duygulara yön verebilen aklın yönettiği özne tasavvuru Descartes’in “tümüyle yeni” dediği bir kozmoloji yaratır. Diğer organlar aklın denetiminde işler. Bu işleyişin kaynağı ise ne dışarıda bir cevher, ne de kalbe seslenen, vecd yaratan cümlelerdir. Yöntemli düşünceyle kenarları çizilmiş, indirgenmiş ben’in kabiliyetleriyle biçim almış bir özne olarak cogitodur. Barok dönemde sınırları çekilen bu yeni ve modern kozmolojide duygu durumları artık düşünceye meyiller kazandırmaz. Tam tersine ruhun temel yetisi düşünmek yüklemiyle faydalı, etkin duygu durumları yaratılır ve öznenin yönelimleri gerçekleşir. Jung’un zihni yerleştirdiği şema içerisinde de bilinçdışından en uzak olan düşünceye ve onunla dolu bir bilince tüm idareyi bırakmaya dönük bir evren tasavvuru gerçekten de yeni bir önerme gibidir. Kant’ın üzerimdeki yıldızlı gökte ve içimdekiahlâk yasasında saklı saydığı kendinde şeye dönük büyük bir kolonileştirme hamlesidir. Duyularda ve duygularda belirtileri saklı, düşünceye nüfuz etmeye açık bilinçdışı arzunun tüm görünümlerini zapt etmeye yönelik bir girişimdir. Duygu haritaları ise aynı özneye bilinçdışına karşı ayık olmaya dönük bir öngörü kazandırır. Bilinçdışının olası belirtilerini ayırt etmeye dönük bir çizelge, şema gibidir. Hangi duygu bize ne yapar sorusuna olası bir cevabımız olduğunda zihnimizin benim şuurlu düşüncelerimin belirlenimlerinden uzaklaşarak bulanık, belirsiz olmasına da engel olabilirim. Bu sayede “duygu akışlarına”, Spinoza’nın “ruhsal dalgalanma” dediği denetimsiz etkilere karşı uyanık olabilirim.
Descartes’ın denediği de doğal ve kutsal etkilerin, güçlerin karanlıkta bıraktığı içeride veya dışarıda her yeri zihnin düşünme yetileriyle aydınlatmak gibi yeni bir deneydir. Onun ömrünün sonuna doğru, birkaç günlük temaşasıyla ifadesini bulan bu modern hamle, insan öznesini edilgin olmaktan çıkarıp talihini ele geçiren bir varlığa dönüştürmek yönünde görkemli bir eylemin, Montaigne’in kendilik arayışlarıyla beraber ilk örneklerinden birisidir. Onlar romantiklerin sonradan bir izlek haline getirdikleri modern fikre ilk kez yakalanırlar. “Ruhun etkin düşünceleri” karşısında duygulara dirençli duvarlar yerleştirmenin yollarını ararlar. Montaigne gibi Descartes da duyusal ve duygusal etkilere karşı tecrübelerini ömürlerinin en sükûnetli döneminde kaleme alırlar. Sükûnet bir bakıma düşüncenin yönettiği bir bünyenin işaretidir. Descartes’ınzihin şeması gereği, dışarıdan veya hafızadan kaynaklanan duyum zerreleri, cisimleri bedene temas ettikçe beliren duygular, düşüncenin dalgakıranlarına çarparak yeni meyiller edinir, sahildeki sükûnete mani olamaz. Kuşkusuz teknik yoluyla doğadan, akıl yoluyla tanrılardan uzak durabilen insan böyle bir dinginliği ancak modern zamanların görece rahatlığı içerisinde gerçekleştirebilirdi.
Descartes, kalbi ya da beyni “ruhun merkezi” olarak tarif eden bir metafiziğe karşı beynin “en iç kısmında” yer alan guddeyi işaretler. Ruh bedene sadece buradan nüfuz edebilir. Burası kalp gibi “duyguların meskeni” değil zihinsel işlevlerin de geçiş yeridir artık. Ruh bir çeşit otomat, mekanik tertibat olarak “beden makinesine” bu dar geçit üzerinden hükmeder. Spinoza’da olduğu gibi bedenin farklı parçaları düşünce eyleminden pay almaz. Ruhun ve onun indirgenmiş bir parçası olarak zihin gudde üzerinden zerreleri bir çeşit sinir iletimi gibi organlara yönlendirir.[1] “Ruhun asıl meskeni” bu gudde “bedenin her yerine zerreler ve sinirler vasıtasıyla ışık saçar” (2015: 75). Sonradan ışıma gibi bir eğretilemeyi Kant da “us”un bedensel eğilimler ve duygular üzerindeki yasa koyucu edimi için kullanır (1996). Duyular vasıtasıyla taşınan içerikler “zerrelerin özel hareketleriyle” organlara taşındıkça farklı duygular belirir.Fakat bu bulanık bilgi akışındaki ışıklanma belirli bir ruhsal ilkenin veya “akli ruhun” araya girmesini gerektirir.
Duygularını zihnin denetimine açan “cesur ruh”,Jung veya OttoRank’ınmüşterek olarak ayırt ettikleri bir tiplemeye benzer. “Kahraman”, bilinçdışına doğru meyiller yaratan duyusal ve duygusal arzularına, düşüncelerin eşlik etmediği duygu nesnelerine karşı durabilen birisidir. Cesur ruhlar “anlık duygulara direnebilme” iradesine sahiptir. Çünkü epifizbezi tek taraflı çalışır; zerreler bedenden ruha doğru nadiren yol alır, daha çok düşüncenin meskeninden duygularınkine doğru ilerler. Kahraman türünden bir fail hep “ikinci türden” kararlar alır, “birinci türden” kararların belirsizliği içerisine çekilmez. Bu iki karar arasında uçurum vardır; “hakikatin bilgisiyle” “yanlış fikre dayalı” olanlar kadar farklıdır. Kararların bu iki yamacını epifizbezi bileştirir. Bir taraftan diğerine doğru olanıdaha hakikatli iken diğer geçişler yanılgılarla dolu bir seyahattir; sonu her zaman “pişmanlıktır”. Kahraman bu tek yönlü zerre akışını güvenceye alabilen bir iradeyle donanmıştır. Duygu haritalarına sahip olduğundan, hangi organında ne tür duygular yaratabileceğini bilir. Duyguları önce sınıflandırıp sonra onları aklın, iradenin, iyinin hizmetine vermek yolunda güçlü bir kararlılık sergiler. Duyularla uyarılan farklı “nesnelerin” yarattığı döngü içerisine girmeden, düşünceleri duyular ve duygular arasındaki akışı ve buna uygun devinimleri yönetir. “Zerrelerin doğal çalkantısına” teslim olmaz. Descartes da onun gibilere duygu haritalarını çıkarmakta yardımcı olur, zerrelerin hareketlerinin nelere sebep olabileceğiyle ilgili temel duyguların ayrıntılı bir dökümünü yapar. Bu çizelge veya tasnifle, duyusal uyaranlarla duyguların akışı arasına bir akıl yerleştirmek isteyen kahraman failin el kitabını yazar sanki.
Descartes’ın cesur ruhu, romantik mizaçtan farklı şekilde, yeni duygu ve ruh halleri içerisine girmek istemez gibidir. Aklın yön verdiği bazı huylar, alışkanlıkların güvenli raylarında ilerlemek ister sanki. Oysa “işe arzuyla başlar” fakat oradan itibaren muhtemel duyguları birbirinden ayırıp, hangi organın katılımıyla meydana geldiklerini tarif ederek haritasını oluşturmaya başlar. Esas ilgisini “duyguları düzgün bir sıraya yerleştirmeye” verir. Romantik bir eylemden farklı olarak, sırasını bulan duygular, yeni duyusal eylemler ve düşüncelerle birleşerek farklı duygulara dönüşmeden nihai bir tasnif ve sıradüzen içerisinde açığa çıkar veya kaybolur. Akli kararlar ve düşüncelerle temellenen zerrelerin uygun organlara yönlendirdiği arzular, duygu şemasında doğru yerlerine yerleşir. Bu şekilde işleyen kahraman bir bünyede farklı bağlamlar katederek yeni zamanlara, yerlere karışan cesur ruh haletiruhiyesinde belirgin sapmalar olmadan varlığını sürdürebilir. “Pek çok duygu belirlemenin” mümkün olduğunu bilse de, duygular yelpazesinin bir kez yerleştikten sonra sağduyulu mizaçlar mevcut yapıyla fazla oynanmaması gerektiğini bilir. Altı temel duygunun tonlamasını yaptığı bu haritadaki hisler yeni duyular ve düşüncelerle karıştıkça sonsuz sayıda yeni duygunun peyda olacağını bilse de, ruhsal cesaret böyle bir çoğalmaya karşı çatışmayı göze almakla da ilgilidir.
Duygu haritalarındaki büyük yerleşkeler altı temel duygudan oluşur. Descartes, onların birleşip ayrışarak yarattıkları “duygu kalabalıkları” içerisinde kaybolmadan, diğerlerinin bunlardan nasıl “kök saldığını” açıklar. Bu sırada hiçbir duygu tonunun bilincin tahkim ettiği sahayı terk etmemesini sağlamanın yolları üzerine düşünür. Bilincin ufku içinde kalarak, bilinçdışı karanlığa meyleden duygusal dalgalanmalardan okurunu uzak tutmaya çalışır. Çünkü duygular sadece “ruhun hayrına olacak düşünceleri güçlendirmek ve canlı tutmak” yoluyla faydalı olabilirler. Bu amaçla duygu akışlarına doğru meyiller vermek ve “beyinde katetikleri yolu” sabitlemek önemlidir. Bazı temel arzuları uyaran zerreler yanlış organlarla birleşmemeli, kan akışı içinde doğru yollar izlemelidir.
Özellikle “hayret” gibi bir duyguyla etrafına bakan için duygu haritalarını sabitlemek olanaksızdır. Çünkü bir romantik gibi dünyayla, başkalarıyla ve kendisiyle büyülenen bir mizaç mevcut duyu, duygu, düşünce ve devinim şemalarından yenilerini icat etmeye çalışır mutlaka. Hayret, merak veya tecessüs gibi saiklerle hareket edenin düşünceleri belirli yönsemeler edinemez. Cesur ruhlar ve düşünen ben, doğası gereği “ebleh ve kalın kafalı” olamazlar. Sağduyulu insan hayret ettiğinde “yetkinlikleri” konusunda şüphe taşımaya başlar vetutarlı mizacını izlenimlere açma keyfinden geri durmaz (2015: 139). Bu sebeple cesur ruhlu kalmak isteyen kahraman, hayret duygusunu bastırmayı öğrenmelidir. Descartes burada Kant’ın sonradan deneysel olana hayatında yer açan “izlenimci” ile saf usun yasasına uygun düşünen “felsefeci” arasında bulduğuna benzer bir ayrım üzerinde durur.
Hayret duygusunun değişen zaman ve yerlerin izlenimleriyle büyülenmeye açık etkilerine karşı cesur ruhlu öznenin,Heidegger’inbir çeşit zihinsel şemayı imleyen ve “dünya resmi” dediği değişmeyen bir bağlamın tasavvuruna ulaşması beklenebilir. Duyularla ve duygularla yeniden resimlenmeye açık yeryüzüne karşı bu tabloyla donanmış olmalıdır. “Kör bir merak” ya da “hayret kumkuması” gibi davranması ondaki kahramanlığı şüpheli kılar. Hayret duygusuna yüz vermeyenlerin iç dünyasına dışarısı düşüncelerin eleğinden geçmedenkarışmaz. Düşünen ben dışına “ruhuylagörerek”, işiterek temas eder. Böylece her duyusal var olana düşünceler karışır. Oysa duygularıyla hareket edene “ruha duyu organları aracılığıyla gelen şey aklın ona bildirdiğinden daha fazla temas eder” (2015: 153). Ruhta zerrelerin sebep olduğu çalkantıların sonucu arzular, temel duygularonda egemen olur; şimdi ve burada ne olduğuyla, zaman ve mekânda değişenlerle gereğinden fazla ilgilenir. Yerli yersiz nesneleri istemeye başlar ve bu da düşüncesinde kesintiler, karışıklıklar yaratır. Hayret veya merak duygusuyla, arzunun bir nesneden diğerine ulanan devinimleri içerisinde uygun bilgilerden, kavrayışlardan uzak çalkalanır durur.
Nefret dolu Organlar
Epifizbezi üzerinden bedenle zihin arasında yer değiştiren zerreleri, duyular, hayaller,duygular veya düşünceler harekete geçirebilir. Ama Descartes bu akışı veya devinimiakli düşüncelerindenetiminde nasıl güvenceye alabileceğimizi anlatır. Ruhu çok farklı etkiler “gıdıklar” ama bunlardan bazıları yararsızdır. Kimisi keder diğerleriyse sevinç yaratırlar ama bazıları daha faydalı sonuçlara vesile olur. Hepsi sadece beyin tarafından değil “kalp, dalak, karaciğer ve bedenin bütün öteki organları” tarafından uyarılabilirler.Özellikle kan üreten organlar, zerreleri de bir yan ürün gibi bünyedeki akışını denetler. Zihinsel şemaların ve özellikle duygu haritalarının doğru işlediği bir organizmada böyle “öteki organların” denetimini sınırlamak gereklidir. Sonuçta zerreler, ne tür arzular ve duygulara neden olduklarından bağımsız, hidrolik bir ağ içerisinde libido gibi yayılırlar. Descartes, bir çeşit akışkanlar mekaniği tasvir ederken, Freud’un belli organlarda “libido yatırımı” dediği işleyişin bir tarifini önerirken, biyosiyasal bir düşünümü de temellendirir. Spinoza da benzer şekilde bazı organların diğerlerine göre daha fazla duygulanımla tahrik edilmesini kederli duyguların nedenlerinden biri sayar. Ama onda organlar arası sıradüzen o kadar belli olmaz. Her organ düşünme organından pek aşağıda olmasa da onda da akıl yürütme yetisi ayrıcalık kazanır. Sevinç veya “nefret fikirlerinin” üretimi farklı organlarda gerçekleşmez. Descartes için nefretin sebebi olan duygular, organlar arası bağlantıları bozar. Zihinle beden arasındaki geçişliliğin “tıkandığı” bünyede fizyonomi bilgisi de kaybolur. İçiyle dışı bir olmayanda duygu halleri bedenine yansımaz; utanç vermesi beklenen eylemleri sonucunda yüzü kızarmaz örneğin.
Nefret dolu kişide tüm organların “kıpır kıpır” olduğu sevinç duygularının önü kesilir (2015: 191). Kederli duygular bedende belli bir nicelikteki zerrelerin beynin ihtiyaç duyduğu anda “emrine itaat edecek kadar” bulunmasına mani olur. Zerre kaynağınıyöneten organlar ve onlarla bağlantılı kederli duygular genelde kendisine benzer başka duygulara sebep olur. Descartes bir yandan da nefret ve kederin ruhun diğer duygusal yetilerine göre daha “üstün” olduğunu dile getirir. Çünkü onlar yardımıyla bize “zararı dokunabilecek” durumları “bertaraf” etmek konusunda bir yetkinlik kazanabiliriz. Kederli hallerin erken ihbarı ulaşan akıl içine yerleştiği bedendeki olumsuz halleri gözleyerek zerrelerin vücut içerisinde dengeli bir dağılımını yapabilir. Freud da doğru organlara yapılan libido yatırımını normal bir ruhsal gelişimin temeli gibi anlatır. Erkenden veya gecikerek değil de olağan zamanlarında ortaya çıkan anal, oral veya genital dönemler, libidonun doğru seyrinin belirtisidir. Bu dönemlerin sonunda cinsel enerji belirli beden parçalarında yoğunlaşır. Libidonun başka organlarda yatırımı sapkın bir ruhsallığa neden olur. Zerreler veya libido ve onların yarattığı arzu “doğru bilgiyle”, fikirlerle birleştiğinde orada organizma duygusal ve cinsel olarak doğru yapılanır. Descartes için arzu her zaman doğru bilginin “kontrolünde” olmalıdır. “Yanlış bir nedenden kaynaklanan her duygunun zararlı olabileceği” söylenebilir; “ahlâkın asıl faydası da budur.” (2015: 241) Ahlâk sayesinde “aşırı duygular”, “yersiz arzular”dan uzak durabiliriz; zerrelerin yönetimini aklın dışında bir organın işleyişine terk etmeyiz.
Kartezyen düşüncede amaç arzuyu bastırmaktan çok onu aklın yörüngesinde şekil bulan duyguların temeli yapmaktır. Arzu meyilleriyle çizilen duygu haritası sağduyunun,ahlâkın denetimine terk edilir. Böylece “alicenap” veya “ruhen güçlü” öznelerden söz etmek olanaklı olur. Barok dönem öncesinde kutsal veya doğal güçlerin belirlenimi altındaki duygulanımlar, aklın gözetimine alınır. Modern öznenin taslağını oluşturan Barokfailin erdemi de bazı akılcı “alışkanlıklar” kazanmasıyla ilişkilidir. Aklın gözetiminden kurtulan ruhlar çok farklı duygular arasında dalgalanırlar. Duygu haritaları dışına çıkanların davranışları tutarsızlaşır: “Aşırı bir sofuluktan bir anda batıl inanca, batıl inançtan da yine bir anda dinsizliğe kayıverirler; dolayısıyla bunların yapamayacağı hiçbir kötülük, hiçbir fesatlık yoktur.” (2015: 281) “Arzu halinin çalkantısı” onlarda kararlı ruh halinde, yöntemli düşünceyle tahkim edilmiş duygularda son bulmaz. “Bulanık fikirlere” sahip olduklarından “mertçe” davranamazlar; Spinoza’nın ruhsal dalgalanma dediği bir halden mustarip olurlar. Descartes çok sonradan Adler’in benzerini sıkça tekrarlayacağı bir cümle kurar ve onların iradesiyle “yararlı işler” yapmaktan geri durduklarını dile getirir; hayatın “yararsız” tarafına düşerler sürekli. “Ruh dinginliği”nden uzak, tereddüt dolu böyle insanlar duyuların ve duyguların birincil kararlarını düzeyini aşamazlar. Zerrelerin zararlı duygulardan uzak şekilde yer değiştirmesinemani olamayan böyleleribiraz da Nietzsche’nin hınç ahlâkıyla malul saydığı insanlara benzerler.
Bedende zerre hareketleri olmadığında nefret, kötülük ve keder kendi halinde ortaya çıkar. Spinoza’da kederli duygular bir olumluluk taşısa da, Descartes için kötü duygular varlıktan yoksundur. Sözgelimi “utanmazlık” veya “yüzsüzlük” duygu değildir. Bunlar duygu haritasında birer karanlığa, yokluğa işaret eder. Üstelik bu duyguların yakaladığını nereye taşıyacağı önceden bilinemez. “Nankörlük” de böyledir: “Bu bir duygu değildir, çünkü içimizde doğal olarak bir duyguyu uyandıracak türde zerre hareketi yoktur. Bu, safi zaaftır.” (2015: 319) Böyle duyguların taşıyıcıları, “kaba”, “aptal”, “ahmak” veya “akılsız” insanlardır.
Kötü duyguların “ruhu aldatmasına” izin vermemenin çareleri bulunmalıdır. Descartes, iradeli bir aklın tedbirleri yanında özellikle haritada olmayan bir duyguya kapılanların dinginlik hali ortaya çıkana kadar kendilerini “oyalamalarını” önerir. Bu sırada aklını başka şeylerle meşgul eden kişi, âdeta tespih çeker gibi muhayyilesini farklı arzu imgelerinden temizlemeye çalışmalıdır. Özellikle ruhun bedenle beraber yaşadığı “ortak hazlar” söz konusu olduğunda çok dikkatli olmalıdır. Bu tekin olmayan ilişki nedeniyle, “doğru kullanmayı” bilmediğimiz duyguları “ayaklandırmamak” en doğrusudur. Duyguların çokluğu “hayatın tadını çıkarmak” için lüzumlu olduğu kadar tehlikelidir de. Bu belirsizlik içerisinde duygularını “ustaca bertaraf” eden de “bilge” konumuna ulaşır. Duygular, kötülüklerin olduğu kadar, hayattan “kâm almanın” da kaynağıdır.
Kaynakça
Deleuze, Gilles (2006). Kıvrım:Leibniz ve Barok, çev. Hakan Yücefer, İstanbul: Bağlam.
Descartes, René (2019). Aklın Yönetimi için Kurallar, çev. Engin Sunar, İstanbul: Say.
Descartes, René (2015). Duygular ya da Ruh Halleri, çev. Çiğdem Dürüşken, Alfa: İstanbul.
Descartes, René (2019). Meditasyonlar: Metafizik Üzerine Düşünceler, çev. Çiğdem Dürüşken, Alfa: İstanbul.
Kant,Immanuel (1996). Pratik Usun Eleştirisi, çev. İsmet Zeki Eyüboğlu, İstanbul: Say.
Leibniz, G. W. (1997). Monadoloji, çev. Suud Kemal Yetkin, Ankara: MEB.
[1] Descartes’in dehasına pek yakıştırılamayan bu yaklaşımın bir benzerini yakın zamanlı sinirbilim araştırmaları üretir. Aynı indirgemeci ve nahif metafizik orada da belirir. Bu yeni-Barok tezler taşıyan alanda müdrikenin ayrıcalığını beyin ve nörolojik işlevler alır.