Ortega y Gasset, 1929 tarihli Kitlelerin Devrimi adlı yapıtında, kendi zamanına göre onbeş yıl önce de aynı sayıda insan olmasına rağmen, kalabalıkların nasıl belirgin şekilde görünür olup, her yeri ele geçirdiklerini anlamaya çalışır (Gasset, 2003).[1] Bir çok bölümde kendisinden yıllar önce yazmış olan Gustave Le Bon’un söyledikleri tekrarlar. Gasset de nereye baksa, kitlelerin işgali altında yerler görür. Ondaki bu kaygıyı basitçe bir tür seçkincilik ifadesi gibi anlamamak gerekir. Sorun olan, kitlelerin “düzleştirici” egemenliğinin, tekil varlıkların veya bireylerin var olma imkânlarını yok etmesidir. Kitlenin yarattığı uğultu arasında sesi duyulamaz olan “azınlıkların” kendisini yeniden üretmesi olanaksızlaşır. Üstelik “kalabalıkların insanı”, sadece alt sınıf insan, köylüler ya da işçi sınıfı değil, sözgelimi bilim adamları veya uzmanlar da olabilir. Kitlesel davranışlar, daha çok orta sınıfa ait eylemlerdir. Belli bir zaman ve yerde yaşamayı, törel bağlılıklar içerisinde kalmayı tercih eden “halk adamı”yla neredeyse karşıt bir tiplemedir.
Kalabalıklar içerisindeki insan, böyle toplu etkilere yol açsa da, diğerleriyle dayanışma ya da bütünlük içerisinde görünmez. Tümüyle ayrışık yaşayan insanların birikmelerinin, bir diğerinin sorumluluğunu taşımaktan uzak da olsa, beraberce bir yayılmanın, genişlemenin failleri olurlar. Esasen boş bulduğu yere doğru yayılan, kendi güncel çıkarları için savrulan insan kalabalıkları, kitle denilen ve kendi içerisinde türdeş olmayan bir yığın yaratırlar. Bu yayılım sırasında birbiriyle kaynaşan, ayrışan, çarpışan, birbirini iten ve çeken insanların biraz da raslantısal birlikteliği göze çarpar.
Bu “düzleştirici” yayılma içerisinde, azınlıklar ya da bireyler, her farklı varlığı kendi sinesine katmak, bütün herkesi ayrımsız kılmak isteyen bir işleyişe karşı mücadele vermeden hayatta kalamazlar. “Ortalama adamın” yarattığı bir yığın içerisinde, diğer ayrımların üzerinde kültürel olanlar önem kazanır; kalabalık ve azınlıklar birbirine karşı konumlanır. Bu ayrım basitçe, üst ve alt sınıflar gibi de ayırt edilemez. Bu eşitsiz savaşım içerisinde azınlık olan, kendi varlık şuurunu yeniden kazanmak ve yeniden yaratmak için, kalabalıkların “yaşamın arka fonuna sızan” büyük eylemi altında hayatta kalma savaşı verir; tüm varoluş olanaklarını kendisine mal etmek isteyen yayılmacı bir girişimden “ruhunu kurtarma” savaşı.
Nietzsche ve Scheler’den feyz aldığı tartışılmaz olan Gasset, özellikle halkın, kalabalıkların, kitlenin, adaleti nasıl yok ettiğini ve bu kalabalık içerisinde, bireysel ruha yaslanarak yeni bir adalet tanımına ulaşmanın önemini dile getirir. Kitlelerin, her yeri kendi ortalama zevkleriyle doldurmaya cesaretlendiren, Gasset için “aşırı-demokrasidir” (2003: 13). Öyle ki kalabalık olmalarından, kendi meşru olmayan arzularını da yasalaştırma ayrıcalığına sahip olurlar. Kalabalık olmalarının ağırlığının neden olduğu “maddi tazyik” sayesinde her yeri ele geçirebileceklerini fark ederler. Bu sayede bir zamanlar azınlıkların elindeki siyasal, kültürel araçlar yardımıyla, kendi farkını telaffuz edenin, “herkes gibi olmayanın” üretim koşulları yok edilir. Gasset, bu yakınmasının soyluluğun kaybolmasına dönük bir “ağıt” olmadığını dile getirir. Ama kendi bireyliğini, başkalığını üretmek isteyenler üzerinde “zorbaca” bir güç gibi tarif eder. Üstelik bu zorbalık genellikle kalabalık oluşun getirdiği bir haklılık varsayımı ve “iletişim” yardımıyla, sözde rıza yaratarak ortaya çıkar. Bu durumu, Avrupai anlamda bir sivil toplum teşekkülün aldığı “canavarca” bir sonuç gibi tanımlar.
Kitle, bir zamanlar kafelerde karşı karşıya oturup krallardan, monarşiden, soylulardan kurtulmak, özgürleşmek isteyen bireylerin yarattığı bir yüzeyde ortaya çıkar. Bunun sonucu olan demokrasi, kalabalıkların eskiden her yere girmelerine izin vermeyen sınırların, engellerin, duvarların kaldırılması anlamını taşır. Ondaki derin barbarlığa karşı, “kısıtlamalar, standartlar, kibarlık, dolaylı yollar, adalet, mantık” gibi medeni nitelikte sınırlamalar etkisiz kalır (2003: 69). Böylece insanlar için iyi ve kötünün veya sağduyunun tek bir tarifi ortaya çıkar. Kalabalıkların sinesindeki kaynaşmaya, karmaşaya rağmen oradan, “birbirinize benzeyin” diyen tek bir ses yükselir. Bu ortakduyuma (consensus), sağduyuya çağıran ses, diğer azınlıkların da “kaderi” gibi ortaya çıkar. Yani kalabalıkların sinesine dönen birey ya da azınlık, orada kendi ayrımlarını yitirmeye çağıran ortalama insanın vicdanıyla buluşur. Bu vicdan ise, “soylu” değerlere dönük bir hınç tarafından temellenir.
Akıl yürütmesinde Nietzsche etkileri açıkça fark edilebilen Gasset için, aşırı-demokratik bir düzleştirmenin sonucunda, “kulluk”larından kurtulan kitle insanının ruhuna “ekilmiş” olan “ruh” ve “değerler” de yine bu tepki duyduğu soylu kültüre aittir. Yani onlardaki düzleştirici vicdanın ve zorbaca hıncın nedenleri aynıdır. Tüm ayrıcalıklarını savaşmadan kazanmış, her şeyi hazır bulmuş bu kalabalıkların askerleri de savaşmayı bilmeyen basit “memurlardır” (2003: 20). Kitlenin şiddeti çoğu zaman maddi tazyiklerinden, iri cüsselerinden ileri gelen bir kalabalık, gerektiğinde savaşmayı bilmediğinden, kendisiyle birlikte tüm insanlığı da yokoluşa sürükleyecek bir zemin hazırlar.[2] Dünya için mümkün tek bir “talih” yaratacak şekilde, iyi vicdanî değerleri boşaltarak yayılırlar. Tüm sınıflar, cinsler, cinsiyetler, kültürler için ortak bir alınyazısını bu yayılma ve düzleşme belirler. Kendi nedeni ve sonucu olan bir kitle vicdanı, geçmişe ya da geleceğe atıfta bulunmadan, “mutlak güncellik” içerisinde belirir. Bu yüzden sadece kendisine gönderme yaparak haklılığını ilan eder; kendi güncelliğine uygunluk bir tür adalet gibi ortaya çıkar. Kurumlar ve diğer devlet yapıları da bu güncelliği güvenceye almak üzere türlü yasalara tercüme ederler. Üstelik Gasset’in kendi zamanı için bile göz alıcı olan “hız kültürü”nün emrinde durmadan değişmeye açık bir güncelliktir (2003: 26). Yani sürekli kendi başkasını üreten, bugün güncelliğin içerisinde meşru bir yeri olanın yarın dışarı çıkabileceği bir hızlanmanın egemenliği altında bir yayılmacılıktır. Kitle her geçen gün daha da hızlanarak, en kuytu yerlere dâhi nüfuz edebilmenin yollarını bulur. Bu yayılımı da çoğu zaman iletişim yoluyla, ortalama insanlar arasındaki gündelik bağlantılar üzerinden gerçekleşir.
Üstelik bu hızlanma ve yayılmacılık sayesinde, kendisine yeni genişlikler yaratan, mevcut her yeri doldurduğu gibi, özellikle bilimin olanaklarıyla yeni açıklıklar yaratan kitlesel bir devinim ortaya çıkar. Bu yerlerin çoğu, hayatta kalma güdüsünden değil, eğlence olsun diye açılır; yeni ve ilginç zevkler arayışındaki bir kalabalığın “aptalca” genişlik arayışıyla. Bu sınırsız büyüme hâlini Gasset, “Amerikanlaşma” diye açıklar. Yani kitle insanının özünde aptalca olan girişimleri, iyi eğitim almış, kendisini geliştirmiş, çok bilen ve zeki kitle insanı gerçekleştirir. Zekâ arttıkça onun üretimleri gereksiz ve ahmakça bir hâl alır. Zekânın verimi, özünde vicdani bir değer olarak, “Ne kadarına gereksinimim var?” gibi bir sorudan bağımsızlaşır. Yani zekâ kullanımı, kendine dönerek eleştirmeye açık zihisel bir yeti değildir. Zekâ ve akıl yürütme âdeta birbirinden bağımsızlaşır. Zeki varlıklar, akılsız ve vicdansız bir makinesel işleyişin özünü oluştururlar. Bilim, “evrenin ufkunu” sınırsıza dayamış olsa da, kibir kazanmış insan zekâsı bir tek kendisine dönemez.
Sadece kozmik düzeyde değil, kitle devrimiyle birlikte ortalama adam, hiç görülmemiş bir güce ve etkinliğe kavuşur. Daha zeki, daha hızlı, “yumrukları daha güçlü” olur; zihinsel ve bedensel olarak sınırlarını zorlar ama tinsel düzeyde bir çözülme ve düşüş vuku bulur. Kendi yetilerini geliştirme uğraşı ve yeni yerler işgâl etme çabasıyla oyalanırken tinsel olarak zayıf düşer. Sözgelimi kalabalıklar içerisinde kusursuz atletler veya sporcular artsa da, savaşma cesareti azalır. Savaş, bir tür zekâ oyunu gibi tasarlanır ve uzaktan ve savaşçılar yüzleşmeden savaşma yolları aranır. Üstelik bu kadar cesaretsiz askerin savaşından görülmemiş kıyımlar ortaya çıkar. Çünkü yüzleşmediği, görmediği düşmanın görüntüsünden, sesinden, vicdanından uzak düşer, ona merhamet etmez. Merhametin yanında şiddetin kendisi de doğrudan olmaktan çıkar; zekice düzenlenmiş, temkinli biçimler alır. Yani savaş, bedenlerin ve yaşam güçlerinin çarpıştığı meydanlardan uzaklaşır, gözlerden uzak bir yerlerde icra edilir.
Acımasız savaşların yanında uzlaşma, iletişim arayışlarında veya başka alanlarda ortaya çıkan “bolluk”, kalabalıkların sebep olduğu aşırılıkların idaresi kitle siyasetinin en önemli başlığı olur. Gasset bu kavramı kullanmasa da, biyosiyaset, gereğinden fazla çöp üreten bu denetimsiz çoğalmanın idaresi amacıyla başvurulan bir siyasal teknik olur. Güncelliğe mahkum olduğundan, geçmişten ya da gelecekten gelen vicdani bir buyruk olmadığında, geleneğin sınırlayan etkisi yok olduğunda, bu sınırları yeniden yerleştirmek de biyosiyaset gibi etkin siyasal tasarımların görevi olur. Biyosiyaset, 19. Yüzyılın üretimi olan “yeni adam” üzerinde çalışır. “Sınırlandırma, zorunluluk, bağımlılık” içerisinde yaşayan eski insanın yerine, romantizmin aradığı türde bağımsız, geleneklerden uzak insanları teknik olarak zaptetmenin bir yoludur. Kalabalık olsalar da, hepsi kendi çıkarı, eğlencesi peşinde adamların ve kadınların bir arada durabilmelerinin yolları üzerine yordamlar icat edilir.
Kalabalıkları, eskisi gibi kendi habitus’unda hâline razı şekilde tutan, zapteden söylemler, inançlar, törelerin yerine katı mühendislik çözümleri gerekli olur. Tanrı korkusu yerine, örneğin para cezası endişesi ortaya çıkar. “Amaçsız” bir şekilde “sürüklenen” kitle adamına engel olan, onun boş bulduğu her yere yayılmasına, aşırılıklar üretmesine engel olan, çoğu zaman somut engellerdir. Kitle adamının moral sınırlarının dayanakları bu tür maddi engeller olur. Zamanımızda olan biten her şeye karar veren bu zeki ama akılsız güç, sahip olduğu tüm güçleri serbest bıraksa da, sonuçta hiçbir yapıt ortaya çıkaramaz. Çünkü sebatkâr değildir, yaptığını hemen bozup başka bir tarafa yönelir, ilgisi hep yeni ve ilginç olana ayarlıdır. Bu şekilde kendi varlık şuurunda olmayan kalabalık, “en büyük iyilikle en büyük kötülük” arasında salınır. Bu durumda Gasset, Hegel’e atfen, belirli bir “tinsel etkiyle hareket etmeyen” kalabalıkların ancak bir “felaket” getirebileceklerini yazar. Tinsellikten yoksunluk, Nietzsche’nin nihilizm olarak tarif ettiği temelsiz eylemlere Zemin hazırlar. Bazen devrim niteliğinde sonuçları olan eylemlerin kaynağı, insan zekâsını da içerisine katıp sınır tanımayan bir “teknisizm” olabilir. Kalabalıkların üyeleri, bu sayede daha uzağa gidip, daha yükseklere çıkıp, daha derinlere inebilseler de, tinsel olarak yüzeysellikten kurtulamazlar. Teknik ve tinsel güçlerin karşılaşmasındaki eşitsizlik, beklenen felaketin ölçüsünü de belirler. Teknik, insanlara, dünyaya dönük ve Heidegger’in “kurtarıcı güç” dediği bir ihtimam için gerekli vicdani sesi sürekli bastırır. Bu durumda, Heidegger’in beklediği gibi, tehlikenin olduğu yerde kurtarıcı güç de boy veremez olur. Kalabalıklar, her boşluğu kendileri ve mallarıyla doldururken, aynı zamanda “kozmik bastırma”ya da neden olurlar. Kurtarıcı gücün, mesihçi iradenin çıkıp geleceği açıklığı, kendi ışığını ve sesini duyuracağı boşluğu bulmasına da imkân vermezler.
Kitle insanı, kendi güncelliği içerisinde yeni ve ilginç olanı sürekli tecrübe etse de, tinsel zayıflığından, hazır inanç biçimleri içerisinde sabit kalır. Kendisine dönen bir düşünüme, ahlâkını tazeleyen vicdani duyuma sahip olmadığından, bazı ezberlerin, dogmaların, özlü sözlerle sınırları çizilmiş tecrübelerin içerisinde hapsolur. Onun dışarıdan görünen aşırı hareketliliğine, ölçüsüz yer değiştirme tutkusuna koşut içsel deneyimler olmadığından, her eylemi amaçsız bir görünüm elde eder. Görme ve dinleme yetisini kaybeder. Bu yüzden başkasının sözü ve ışığı ona ulaşamaz. Konuşmak, yargılamak, temelsiz kararlar vermek, tepkisel eylemlerden, karşısındakini dinlemeye fırsat bulamaz. Düşünmeden kanaat bildirir. Bir başkası kadar kendisini de dinleme melekesinden uzaktır. Çaresiz kendi mevcut moral değerleri, hazır töresiyle var olur. Bu nedenle kendi kararları, kanaatlerinden dolayı suçluluk duymaz; onları “temyiz” edecek bir dışarısı kalmaz.
Kalabalık, yayılmacı eylemleriyle çelişkili şekilde, aynı zamanda kendisini dar bir metafiziğe kapatır. Böcekler gibi, sert ve kuşatıcı kabuğundan dışarı çıkacak ve oradan dışarısını ve kendisini görebileceği bir açıklık bulamaz. Bu sayede, başka “bakış açılarıyla” buluşup kendi “körlüğüne” çare bulamaz. Gasset’nin kitlelere yakıştırdığı “ahmaklık” böyle deliklerin, dışarıdakinin içeri ya da içeridekinin dışarıya çıkmasına engel geçişken delikleri, “gözenekleri” olmamasından ileri gelir. Aptallığı biraz da çok zeki olmasından ileri gelir. Zekâsı, geniş coğrafyalar ve zaman parçaları arasında aralıksız yer değiştirse de, her geçen gün daha da dar bir yere kapatır onu. Geçmiş ve geleceğe ilişkin çok kurgusal fanteziler kursa da, zaman olarak güncelliğe, anlık ve değişken eğlencelere teslim eder her şeyi.
Fazla zekâ kullanımı, beklenmedik şekilde yüzeysel bir yaşamın gerekçesi olabilir. Beyni, yeni çözümler, açılımlar sunmak yerine, önyargılarını güçlendirir, ezberlerini sağlamlaştırır. Hep farklı ilgiler, hevesler peşinde görünse de, biçimsel olarak aynı şeyin peşine takılır. Farklı, yeni ve ilginç olanı ararken, benzer “tecrübeleri, özlü sözleri, töreyi” yeniden hayata geçirir. Töresi, gizli olduğu ölçüde, düşünümsel olmaktan da uzaktır. Dışarıdan ya da içeriden gelen bir vicdani sorgu yardımıyla eleştirilmeye kapalıdır. Bu sorgudan kaynaklanan bir ses, ışık olmadığında, topluca kitle ya da kalabalık olarak adlandırılan, birbirinden ayrı düşmüş adam ve kadınlar yığını olur. Onları bir araya getiren, failine herhangi bir kendilik, bireylik kazandıran vicdani sorgu olmadığında, kitle “ayrışmaya” da açık olur. Bu ayrılıklar, yayılmacı ve hep yeni açıklıkları kendi keyiflerince doldurmaya hevesli kalabalıkların, geriye dönüp, kendilerine ve arkada bıraktıklarına bakmamalarından ileri gelir.
Vicdani sorgu, bir tür kesinti, “ara verme” gibi, kendi sesini duymak isteyenin bir süre yerinde durmasını ve bu sırada kendisine ve başkalarına, şimdiye ve başka zaman parçalarına bakmasını gerektirir. Arkasına dönmeyen, kendisine sınırlar koymayansa, “barbarca” denilebilecek türde bir yer arayışı içerisine girer; yayıldığı yerin kendisine düzen, ayar vermesine izin vermeyen, kendi güncelliğini işgal ettiği yaşam alanına zorla yerleştiren. Ne geçmişine ne de doldurduğu sözde yeni boşluğa ait vicdandan feyz almayan. Üstelik buralar tam olarak boşluklar da olmayabilir. Bir zamanlar azınlıkların, bireylerin kendilerince doldurdukları yerler de olabilir.
Gasset için “vicdansızlık” gibi bir görüngü, sadece medeniyette bir gerilemeye işaret etmez, aynı zamanda çevresel bir sorundur. Geriye dönmeyen, kendisine bakmayan yığın, yeryüzünün sonuna ait bir felaketin de habercisidir. Bir gün geri döndüklerindeyse, sadece arkalarında terk ettikleri, geçici heveslerle yarım bıraktıkları uğraşlarına ait çöplerle karşılaşmaları oldukça muhtemeldir. Onlardaki “tinsel barbarlık”, toplu bir yıkımın izlerini taşır. Bu yüzden, “yaşamın esas kaynağıyla” bağ kuramaz ve yeryüzünde kısa zamanda yer darlığına neden olurlar. “Her istediklerini yapabilecekleri düşüncesi” bu derin bilgisizlikten ileri gelir. Onların genişleme ve her boşluğu doldurma istekleri akılcı bir amaca gönderme yapılarak anlaşılamaz. Onlar da nereye doğru yol aldıklarını bilmezler. Nerede ve hangi zaman parçasında yaşadıklarına dair sezgiyi mümkün kılan düşünümsel bilgi onlara kapalıdır. Öncelikle dinlemeyi unutmuş olan ortalama insan, bu yüzden kendisine ses verene zamanında cevap veremez ve geriye bakamaz. “Kendini tatmine” odaklı bir yayılmacılık içerisinde, gezegeni felakete doğru sürükler. Her eylemi, “asıl kaderimizden kaçmak” için verdiği bir çabanın sonucudur. Kitle insanının yaptığı,
[Kaderin] derin çağrısına sağır kalmak ve olması gerekenle yüzleşmeyi önlemekten başka bir şey değildir. (…) Kitle adamı, ayağını kaderinin sıkıca oturtulmuş zeminine koymayacaktır, bunun yerine boşlukta asılı bir hayali yaşamayı tercih eder.
Bu yayılma ve yığınlaşmanın neden olabileceği çevresel bir felaketin yanında, başka bir tehlikeden de söz etmek olanaklıdır: Kitle insanının “şımarıklığına”, yarattığı yer darlığına karşı, kendisini bir süre demokrasi ardında gizleyen devlet, tüm şiddetiyle yeniden ortaya çıkabilir. Gasset, bu metni kaleme alırken, aşırı-demokrasinin Mussolini’yle birlikte totaliter bir düzene evrildiğine tanık olur. Kalabalık, boş bulduğu yerleri doldurup, eğlencesi peşinde her yere yayılırken, herhangi bir “kamuoyu” oluşturmaya fırsat bulamaz. Kamu vicdanından ve dolayısıyla “tinsel bir güçten” yoksun kitle, kendi maddi ağırlığın dışında, tümüyle güçsüz ve şiddete cevap veremeyecek bir yumuşaklık sergiler. “Boşluktan nefret eden doğa hâli” içerisinde devlet bu boşluğu doldurur. Sözgelimi anti-semitizm, böyle bir boşluğu doldurmaya dönük tinsel bir malzeme gibi kullanılır.
Kalabalıklar tüm yeryüzünü kuşatsalar da, arkalarında geniş tinsel boşluklar bırakırlar. Bu yüzden bir devlet yapısının onları ele geçirmesi zor olmaz. Bu amaçla devletin temel olarak yaptığı, kalabalıklara ait doğal sayılabilecek yayılmacılığın yönünü değiştirip, ondaki ruhsal boşluğu doldurmaya çalışmaktır. Böylece yığınlar, o zamana kadar yaptıkları gibi, azınlıkların yarattığı yaşam alanlarını keyfî şekillerde dolduramazlar. Bu değişimle birlikte, doğal yayılmacılığı, hesaplı bir cürüme, şiddete dönüşen kitle insanları, devletin milis güçleri gibi, boş bulduğu yerlere sadece yerleşmekle kalmaz, oranın eski sakinlerine de türlü eziyetler ederler.
Özgür Taburoğlu
[PATHOS No.3’ten alınmıştır.]
[1] Gasset, Ortega y (2003). Kitlelerin Ayaklanışı, çev. Koray Karaşahin, İstanbul: Babil.
[2] Hannah Arendt’in “bayağı kötülük” olarak nitelediği cürümlerin sahibi Adolf Eichmann örneği çok iyi bilinir. Benzer çapta bir cürümün sorumlusu olan ve Hiroşima’ya atılan bombayı taşıyan uçağın pilotu Paul Tibbets, kusursuz şekilde, üstün ve zekice bir planın sonucunda yerine getirdiği, hayatındaki “en iyi” görevinden dolayı vicdanının sızlamadığını, bir gün bile uyku sorunu yaşamadığını dile getirir (Daily Mail, 2 Kasım 2007).