“Ancak bir yenilik pathosu mevcut olduğunda ve bu yenilik de özgürlük fikriyle bağlantılı olduğunda, devrimden söz edebiliriz.”
Hannah Arendt, Devrim Üzerine
Yalnızca entelektüelin ilgi konusu ile yaşadığı çağın olayları karşısında kendini sorumlu hissetmesi arasında hakiki bir bağ kurulduğunda özgürlükten bahsedilebileceğini söyleyen Claude Lefort, yaşadığıyla yazdığı birbiriyle örtüşen nadir filozoflardan biridir. O, neredeyse tüm çalışmalarında bu bağın gerekliliğini sıklıkla dile getirir. Bu sık tekrarın nedeni, XX. yy’da yaşanan iki büyük dünya savaşı ve bunların sonucunda ortaya çıkan soykırımlar, ulus-devletlerin sınırlarının yeniden çizilmesi, insanların mobilize edilmesi ve totalitarizm olgusunun tüm yıkıcılığıyla yaşanmasıydı. Daha değişik bir ifadeyle söylersek, aslında dünya nüfusunun neredeyse tamamını ilgilendiren sosyo-politik olaylar karşısında entelektüellerin, düşünürlerin, yazarların ve filozofların bir tavır almamak için direnmiş olmasıydı. Lefort entelektüelin ilgisizliğini, kaba şekliyle politik iktidardan korkma veya bu olayları algılayamama olgusundan ayrı olarak ele alır. Çünkü, kendi ifadesiyle, Heidegger’i, Lacan’ı, Jakobson’u ve Lévi Strauss’u en küçük ontolojik farklarına kadar ele alıp sömürme kurnazlığının yanı sıra, iktidarın yanında konumlanma yeteneği de gösteren bu filozoflar, politika felsefesini ilgilendiren konulara sıra gelindiğinde sadece dilsizleşmekle kalmamışlar, özgürlük kavramına yeni anlamlar vererek onu herkesin kendi isteklerine ve çıkarlarına uygun zeminlere terk etmişlerdir. Oysaki tarihi boyunca politika felsefesi amacını kolektif inançların boyunduruğundan kaçma arzusu, özgürlük üzerine düşünme faaliyeti olarak belirlemiştir. Lefort, XX. yüzyılda politika felsefesinin yok olduğu ya da geri çekildiği tezinin kaynağının, sosyal bilimlerin politika felsefesinin alanını istila etmesi ve böylece toplumsal olanı ön plana çıkarmasıyla varoluşçuluk, marksizm ve pozitivizmin hakimiyetine kapı aralamasından ziyade, entelektüellerin sorumluluk almada çekimser kalmasında aranması gerektiğini söyler.
Gençlik yıllarında Maurice Merleau-Ponty’nin öğrencisi olan ve Troçkist bir grubun içerisinde yer alan Lefort’un 1940’lı yıllarda yaptığı çalışmalar bürokrasi ve stalinizm kritiğinden fenomenolojiye kadar geniş bir yelpazeyi kapsarken 1980li yıllardan sonra çalışmaları politika felsefesini canlandırmak amacıyla demokrasi, totalitarizm ve insan hakları konularına doğru kaymıştır. Lefort sonraki çalışmalarında vulgar marksizme yönelik ağır eleştiriler getirmesine rağmen hâlâ Marx içinden düşünen bir marksçı olduğunu, ayrıca fenomenolojiye de mesafe almadığını özel olarak belirtir. Bu etkilerin Cornelius Castoriadis ve bir grup eski troçkistle beraber hem bir çevre hem de bir derginin ismi olan Ya Sosyalizm Ya Barbarlık’ta (Fr. Socialisme ou Barbarie) yaptığı teorik ve pratik çalışmalarda izleri sürülebilir. Bu arkaplandan hareketle olgunluk dönemine ait felsefe tarihi okumalarında ise politika (Fr. la politique, İng. politics) ve politik olan (Fr. le politique, İng. the political) kavramları arasındaki farklılığı belirginleştiren ya da bilinçli şekilde görmezden gelen filozoflar üzerinden düşüncesini oluşturur.
Lefort’a göre, politik olan en ilkel toplum durumundan modern demokratik toplumlara kadar karakteristiği olan bölünme ve ihtilafın birlik içerisinde değişik biçimlerde ortaya çıkmasıdır. Politika ise moderniteyle beraber ortaya çıkan aynı hukuk, ekonomi, estetik gibi toplumsalın alt alanları ya da marksizmde olduğu gibi bir üst yapı olarak belirlenen hükmetmeye, devlete veya idareye has ortak işlere katılıma dair unsurları barındırır. Özel bir olguymuşçasına ele alınarak diğer alanlar gibi belli bir bilimin konusu haline getirilir. Lefort’un bu tanımlamaları pratik olarak şu şekilde kendini gösterir: Her politik topluluk -ilkel kabileler de dahil olmak üzere- politik olanı kendi tarzında yaşarken, politik olanın izlerinin silindiği tek rejim türü totalitarizmdir. Totalitarizmin yükselişi beraberinde politikayı da yok eder. Çünkü politik olan, çatı bir kavram olarak ikili bir hareket tarzı ile politikanın ortaya çıkışını ve toplumsalın kuruluşunu sağlar. Bu hareket tarzında toplumun düzenlenmesini sağlayan ve toplumun harici ile dahili bölünmeleri aracılığıyla ortaya çıkan ve gizlenen unsurlar aranmalıdır. Bu hareketin çıktığı yer yani politika; iktidarı kullanma mekanizmaları, örgütlenme, partilerin oluşumu ve seçimler gibi sistem içi oluşumlardır. Demokrasilerde ise bu yerde, iktidarın halktan gelmesine karşın diğer taraftan iktidarın aslında kimseye ait olmaması gerilimi kesintisiz olarak yaşanır. Lefort tam da demokrasinin bu karakteristiklerinin, yani asli bölünmenin ileri gelenler ve halk arasındaki -Machiavelli’nin yüzyıllar önce ilan ettiği gibi- gerçekleşmesinin ve dolayısıyla ihtilafın her an her sınıfı kapsayacak şekilde sahneye çıkmasının yanında onun olumsuz bir cephesinden de bahseder. Demokrasilerde iktidarın yerinin boş olması totaliter ataklara maruz kalmasına neden olur. Bu yüzden, Lefort’a göre, totalitarizm tam da bu anlamda demokrasinin karşı devrimidir. Şöyle ki totalitarizm; iktidar, yasa ve bilginin (buna her türlü haber, yayın, propaganda hatta sosyal medya bile konulabilir) lider, parti veya bir-olan halkta cisimleşerek ortaya çıkması ve kendini bir rejim olarak sunmasıdır. Yani totalitarizm -Lefort’un ifadesiyle- kesinlik işaretlerinin çözülmesiyle toplumsal bölünmenin ortadan kalkması ve böylece ihtilafa izin verilmemesi şeklinde yaşanır. Lefort demokrasinin totaliter öğeleri içinde barındıran bir rejim olması kabulüyle hareket eder. Dönemin düşünürlerinin bir yandan totalitarizmi tiranlık, despotluk, diktatörlük gibi klasik varyasyonların modern yorumlaması olarak ele almalarının diğer yandan da onun istisna olduğunu kabul etmelerinin patolojisi üzerinde de durur Lefort. Ona göre totalitarizmdeki yeniyi açığa çıkarmamanın nedeni onun daha tanımlanmadan unutulmak istenen bir olgu olarak görülmesi isteğidir. İstisna olarak kabul edilmesinin nedeni ise istisnai olan kategorilere yerleşmezse bir daha yaşanmaza duyulan bir inancı muhafaza etmektir. Fakat günümüzde demokrasiler her yerde zaferlerini ilan ederken beraberinde getirdiği tehlikeyi kabul etmemiz gerektiğine ve buna uygun korumalar gerçekleştirilmesi zorunluluğuna da değinir. Lefort’un reçetesi insan haklarıdır. Oldukça tartışma getiren bu yorumunda Lefort, en sıkı sosyal düzenin olduğu yerlerde bile insan haklarının sınırları zorlayan yegâne mücadele olduğuna inanır. Kısaca onun için demokrasinin hem üretici gücü hem de onun korunmasının teminatı insan haklarıdır.
Lefort için çağının sorumluluğunu üstlenen ve düşünme zorunluluğu çağrısına cevap veren filozoflardan en önemlisi Hannah Arendt’tir. Lefort’un Arendt’in çalışmalarından sıklıkla söz ettiği ve yararlandığını bilmemize rağmen, Arendt’in bu ilgiden ne kadar haberdar olduğu bilgisine sahip değiliz. Son zamanlarda otorite, totalitarizm, tanınma, özgürlük, demokrasi, toplumsal mücadeleler ve insan hakları üzerine yapılan çalışmalarda ikisi arasında bir diyalog kurmaya çalışan metinler yaygınlık kazanmaya başladılar. Bu yakınlaştırma çabaları şimdilerde etki göstermeye başlamıştır, çünkü her iki filozof da (Arendt’in filozof unvanını reddetmesine, Lefort’a ise filozof denilmesi konusunda tereddütler bulunmasına rağmen) uzun bir süre Kıta Avrupası’nda ve kısmi olarak Anglosakson dünyada tanınma konusunda belli bir ilgisizliğe mahkûm edilmişlerdir. Lefort’a 1998 yılında Almanya’da Hannah Arendt Ödülü verilirken yapılan takdim konuşmasında felsefeci ve aynı zamanda Lefort’un öğrencisi olan Dick Howard’ın Lefort’un Arendt’in yaşadığına benzer bir akıbetle -yani Kıta Avrupası’nda özellikle Fransa’da bir tür görmezden gelinme ile- karşılaştığını söylemesi kayda değerdir. Lefort, kendi ülkesi Fransa’da sol düşüncenin uzun süre marksizm tahakkümünde kalmış olması ve dolayısıyla Marx’ı herhangi bir şekilde totaliter düşünceyle yan yana getirmeme çabaları nedeniyle görmezden gelinmiştir. Bu entelektüel baskı o kadar yaygındır ki örneğin Karl Popper’ın Platon, Hegel ve Marx’ın politika felsefelerinin tarihsici olduğunu ve totaliter öğeler barındırdığını söylediği kitabı Açık Toplum ve Düşmanları ilk defa 1945 yılında yayımlanmasına rağmen Fransızcaya 34 yıl sonra 1979 yılında çevrilmiştir. Kitabın Türkçeye bile 1967 yılında çevrildiğini düşünürsek bu baskıyı anlamamız ancak mümkün olur. Howard, ödül her ne kadar Almanya’da veriliyor olsa da Lefort’un Almanya’da da kabul görmemesiniyse Alman entelektüellerin totalitarizm kritiklerinin her çeşidine karşı oldukça derin bir direnç göstermesini, siyaset ve ahlak teorisyenlerinin bir demokrasi teorisi oluştururken garantici davranarak Almanya’nın yakın geçmişindeki trajedilere değinmeme özenini ve sonuç olarak Alman düşüncesindeki bu sosyolojik eğilimlerin ağırlığının Lefort’un politik olan anlayışına tahammül edilememesini neden olarak gösterir. Anglosakson dünyanın önemli bir kısmında Lefort’un görünmez olmasının nedeni ise yine Lefortcu politik olan kavramının siyaset bilimiyle arasına mesafe koymasından kaynaklı olduğu düşünülür. Belirttiğimiz gibi son dönemlerde bu yaklaşımlar değişmiş, Arendt ve Lefort’u beraber ele alan birçok çalışma yapılmaya başlanmıştır. Bu diyalogların asıl başlatıcısı olarak Lefort’un Arendt üzerine ele aldığı birçok makalesinden biri olan “Hannah Arendt ve Politik Olan Meselesi”nde, Lefort’un Arendt’in düşüncesine getirdiği eleştirilerin ve katkıların izini sürebiliriz. Arendt’in bir düşünür olarak çağın olayları karşısında sorumluluk alması ve herkesten önce totalitarizm olgusuna hasredilmiş çalışmaları Lefort için ilham verici ve hayranlık uyandırıcı olmuş olsa da, yine de Lefort Arendt’i; teorisinde modern demokrasiye gerektiği kadar yer vermemesi, politik eşitlik ve toplumsal eşitlik arasında katı bir ayrım yapması, modernitede ortaya çıkanın politika felsefesi değil de tarih felsefesi ve toplumsal olanın felsefesi olduğunu savunması, en son olarak da insan haklarını vatandaş haklarından ayrı görmemesi vb. konularda eleştirir.
EYLEM YOLSAL MURTEZA